Kapitalizm Dünyanın Sonudur

Yoldaşlar. bugün sizlerle Jodi Dean’in Textum Dergi'de yayınlanan, ‘Kapitalizm Dünyanın Sonudur’ makalesini paylaşıyoruz.
 
------- 
 
Fredric Jameson’ın “Dünyanın sonunun geldiğini hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır.” sözü, birçok kişinin aklına Mark Fisher’ı getirir.[1] Bunun haklı bir nedeni vardır: Fisher’ın kapitalist gerçekçilik tarifi, bizi kapitalizmin tahammül edilemez ama aynı zamanda kaçınılmaz dehşetleriyle yüzleştirir. Yerleşimci sömürgeciliğin soykırımsal yıkımından, meta üretimi ve mübadelesine eşlik eden kültürlerin ve yaşam tarzlarının tüketilmesine, gezegeni değiştiren antropojenik iklim değişikliğine kadar dünya, sermayenin boyunduruğu altındadır. Dünyanın sonunu kolayca hayal edebiliriz çünkü kapitalizmin hükmü altında birçoğumuzun her gün yüzleştiği şey, kendi sömürümüzü, mülksüzleştirilmemizi ve sınırlandırılışımızı seçmek zorunda bırakıldığımız gerçeğidir. Dünyanın sonunun geldiğini hayal etmek, kapitalizmin sonunu hayal etmekten kolaydır çünkü kapitalizm dünyanın sonudur. Gündelik hayatın yıkıntıları arasında tanık olduğumuz ve katlandığımız şey de işte budur – yitik yaşamlar, yaşamın yitirilmesi.
Bu makalede, komünist arzunun olanaklarını, kapitalizmin yıkıntıları arasından çekip çıkarıyorum. Bu minvalde ilk olarak, kapitalist gerçekçiliğin temel özelliklerinin bir taslağını sunarak başlıyorum. Daha sonra, Fisher’ın “Vampirler Şatosundan Çıkmak” adlı makalesini, her ikisini de komünist bir dünyanın mümkünatı için zorunlu gördüğüm yoldaşlığı ve dayanışmayı öne çıkarmak için kullanıyorum. Bu bana, yoldaşlığın kaybı ve onu geri kazanmanın nelere olanak sağlayabileceği üzerine düşünme imkânı sağlıyor. Doris Lessing’in 1962 tarihli romanı Altın Defter aracılığıyla da bu fikri açımlıyorum.
 
Kapitalist Gerçekçilik
 
Kapitalist gerçekçiliğin dört temel özelliği vardır. Birincisi, kapitalizme bir alternatif tasavvur edememenin bir karşılığıdır, bir “düşünsel acziyeti” [“reflective impotence”][2] belirtir. Kapitalist gerçekçilik, kapitalizmin bir alternatifi olmadığı hissinden daha fazlasıdır. Kapitalist gerçekçilik, bu hissiyata bir cevaptır; bir olasılık bilincinin yitirilmesinin, bir teslimiyetin ya da kaderciliğin ifadesidir. Kapitalizm, var olan ve varlığı devam edecek olan yegâne şeydir. Fisher’ın önemine işaret ettiği nokta, insanların onun meşru, iyi veya yeterli olduğunu düşünse de düşünmese de kapitalizmin varlığını sürdürdüğüdür: “Sermayenin işleyişleri öznel olarak benimsenmiş hiçbir türden inanca dayanmaz.”[3] Böylece kapitalist gerçekçilik, dayanılmaz bir sistemde, ötesine geçebileceğimizi hayal bile edemeyeceğimiz dayanılmaz bir sıkışmışlığın ifadesidir.
İkincisi, kapitalist gerçekçilik solun bir patolojisidir.[4] Solun yenilgiyi kabul etmesi, pes etmesi ve teslim olmasıdır. Fisher’ın da ifade ettiği gibi, “Kapitalizme bir alternatif için mücadele etmenin bir anlamı olmadığı hikâyesini kendine anlatmak zorunda kalan sol olmuştur.”[5] Solun, 20. yüzyıldan çıkardığı, kapitalizmden başka her şeyin ölüm demek olduğu şeklindeki ders ile anti-komünizme verdiği tavizin de bu patolojiye eşlik etmeye meyilli olduğunu eklemek isterim. Bu noktada, kapitalizmin, ölümün bizzat kendisi olduğu gerçeği inkâr edilir; bu gerçek bağlamından uzaklaştırılır, görmezden gelinir. Anti-komünizme verilen bu taviz tamamen bilinçli olabilir veya olmayabilir. Yine de bizi kapitalist gerçekçiliğin üçüncü ayırt edici özelliğine götüren bu tutum, sol pratikte mevcuttur.
Üçüncüsü, kapitalist gerçekçilik bizim ne yaptığımıza bağlıdır. Beklentilerimizi düşürürüz. Örgütlenmenin yerine gösteriyi koyarız. Kapitalizmin, giderek daha az alıcının olduğu bir ortamda, hayatta kalmak için çoğumuzu kendimizi satmaya mahkûm eden korkunç, sömürücü bir sistem olduğunu düşünebiliriz. Ancak eylemlerimiz de oyunla uyumlu bir şekilde ilerler. Dahası, bu sadece ekonomik eylemlerimizi değil, siyasi eylemlerimizi de kuşatmıştır. Anti-kapitalizm, bir hipster edasıyla, olan bitenin farkında, senden daha radikal bir ısrarcı tavır takınan, sinik bir nihilizm şeklinde işlev görür: Kapitalizm öylesine kötüdür, ve bizi öylesine kıskıvrak yakalamıştır ki siyaset, sefaletimizi bir gösteri olarak sahnelemekten başka hiçbir şey yapamaz.
Dördüncüsü, kapitalist gerçekçilik, kolektif siyasete olan inancın çöküşünün bir sonucudur. Kapitalist gerçekçiliğin bu yönü, Fisher’ın stresin özel alana indirgenmesi eleştirisinde kendini gösterir. Benzer türden sıkıntıların yaygınlığına karşın “kendi psikolojik sıkıntılarına çözüm bulma sorumluluğu” yine bireylerin kendisine yüklenir.[6] Kapitalist gerçekçiliğin, kolektif siyasete olan inancın çöküşünün bir sonucu olduğu iddiası, Mark’ın “ruhsal hastalığın kimyasal-biyolojikleştirilmesi”[7] eleştirisinde ifadesini bulur. Acı çekmenin beyin kimyası ile olan bu ilişkisi, der Mark, “Sermaye’nin atomlaştırılmış bireyselleşme dürtüsünü pekiştirir.”[8] Son olarak, kolektif siyasete olan inancın kaybedilmesinin bu boyutu, Fisher’ın “Live Aid’in rızaya dayalı duygusallığı”nın “Madenciler Grevi’nin uzlaşmazlığının yerini aldığı”[9] eleştirisinin temelini oluşturur. Bu değişimde söz konusu olan, kolektif bir öznenin, inşa edilmeyi talep eden bir öznenin yokluğudur.
Özetle, Fisher’in kapitalist gerçekçilik kavramı, kapitalizme bir son vermeyi hayal dahi edemeyen bir sol yaratarak onu, kendi kendini tuzağa düşürmesini sürdürerek anlamsız faaliyetlere sıkıştıran böylesi bir düşünsel acziyeti ifade eder. Solun kapitalizmin ötesinde bir ufku olmadığında veya başka bir gelecek hayal etme kapasitesini kaybettiğinde artık kolektif siyasetin önemli olduğuna dair inanç da ortadan kalkar. Böylece bireyciliğe, estetizme, özelleştirmeye ve ahlakçılığa gömülen, hiçbir yere varma umudu olmayan bir sol ortaya çıkar.
 
Sınıf, Yoldaşlar, Dayanışma
 
Fisher, “Vampirler Şatosundan Çıkmak” adlı yazısında, kapitalist gerçekçilik argümanını genişletir. Kapitalist gerçekçiliğin karakteristik özelliği olan ahlakçılığı, bireyciliği ve özelleştirmeyi sınıfın inkârıyla ilişkilendirir. Kolektivitenin yitimi, işçi sınıfının terk edilmesinin, bir mesele olarak sınıfın bağlamından koparılarak geri plana itilmesinin ve bir sol politika konusu olarak sınıf bilincinin gölgelenmesinin bir neticesidir. “Burjuva öznellik biçimleri” harekete egemen olmaktadır. Yalnızca kendini düşünen bireyler, mülk edinmenin bir aracına dönüşen siyaset, tutum değişikliğine indirgenmiş bir dönüşüm, ve değişmez, normalleştirilmiş bir ayrıcalık ve baskı alanı, Vampirler Şatosu’nun dikkati çektiği tasavvurlardır. Kimliği siyasetin birincil taşıyıcısı olarak gören bir anlayışa çakılıp kalındığında siyasal enerji, stratejik örgütsel ve taktiksel sorulardan uzaklaşarak bireysel tutum ve davranışları birer turnusol testine çevirmiş, böylece devrimci sol siyaset için gerekli kolektiviteyi başlangıçtan itibaren önlemiştir. Sınıfı yeniden devreye sokmak, bir çıkış yolu sağlayacaktır. Fisher bunu şöyle ifade eder:
Sınıf meselesini merkezine almayan bir sol, olsa olsa liberal bir baskı grubu olabilir. Sınıf bilinci her zaman iki yönlü işler: Aynı anda hem sınıfın nasıl her tür deneyimi çerçevelediğini ve şekillendirdiğini bilmeyi hem de sınıf yapısı içinde işgal ettiğimiz tekil pozisyonun farkında olmayı gerektirir. Unutmamalı ki, mücadelemizin amacı ne kendimizi burjuvaziye kabul ettirmek ne de burjuvaziyi ortadan kaldırmak. Yok edilmesi gereken, şu ya da bu sınıf değil, maddi olarak ondan kâr edenler de dahil olmak üzere herkesi yaralayan sınıf yapısının bizzat kendisi. İşçi sınıfının çıkarları herkesin çıkarlarıdır; burjuvazinin çıkarları ise sermayenin çıkarlarıdır; yani, hiç kimsenin çıkarları değildir. Mücadelemiz, yeni ve şaşırtıcı bir dünya kurmayı hedeflemeli; sermaye tarafından şekillendirilen ve çarpıtılan kimlikleri muhafaza etmeyi değil.[10]
Sınıfı kabul etmek, ekonomik yerleşikliğin -kişinin kapitalist üretimdeki işlevi sayesinde sosyal ve ekonomik yapıya yerleşiminin- boyutunu da kabul etmek demektir. Amaç, işte bu yapıyı ortadan kaldırmaktır. Bu yapının bizleri kendi bünyesine dahil etmesi veya tanımasını sağlamaya çalışmıyoruz. Onu ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.
Fisher, sınıfa dönüşü, yoldaşlık ve dayanışmanın yeniden canlanmasıyla ilişkilendirir. Birbirimizi, ilerlememize de izin verecek şekilde, nasıl koruruz? Hareket içindeki saygısızlık uygulamalarını nasıl ele alabilir ve değiştiririz? Fisher’a göre bu, yoldaşlık ve dayanışma yoluyla mümkündür. Fisher, şuna dikkat çeker: “Birbirimizi suçlayıp kötü davranarak sermayenin işini göreceğimize, yoldaşlık ve dayanışmayı nasıl inşa edeceğimizi öğrenmeliyiz; daha doğrusu, yeniden öğrenmeliyiz.” Özellikle bizim tarafımızda olanlarla birbirimize karşı öğretici ve teşvik edici olmak, birbirimizi cesaretlendirmek ve hatta affetmek zorundayız. Eğer yoldaş değilsek, bu uzun mücadeleyi sürdüremeyiz; sürdürebilirsek bile, yoldaşlar olmadan kazanacak bir dünya yoktur.
 
Yoldaş Olalım
 
Fisher’ın yoldaşlık ve dayanışma inşa etmeye yaptığı vurgunun önemi Doris Lessing’in Altın Defter’inde kendini gösterir. Roman, Kruşçev’in, Stalin döneminde meydana gelen tasfiyeler, tutuklamalar, hapisler ve infazlarla ilgili açıklamalarının ardından komünist dünyada yayılan gerilemeyi ve kaçışı ele alır. Altın Defter, bugünümüz için, ortak mücadeleden doğan bir dünyanın kaybı için bir başlangıç hikâyesi sunar.
Lessing’in yüzyıl ortası komünizminin sembolik düzeninin çöküşüne ilişkin resmi, dünyanın sonunun bir resmidir. Yoldaşlığın sonu, ortak bir dilin, sözcüklerin anlamlarına ve onların dünyayla olan ilişkilerine dair ortak duygunun çözülmesidir. Fisher gibi Lessing de akıl hastalığını özel alana sıkıştırmayı reddeder: Lessing’e göre, Partiye olan güvenin kaybolması, yani ufkunda komünizm olan kolektif mücadelenin çözülmesi, kendini psikoz olarak açığa vurur. Söz konusu olan bir tür tükenmişlik, siniklik, umutsuzluk ve kargaşa manzarasıdır: Yoldaşların olmadığı zamanlarda, sen benim yoldaşım olmadığında umabileceğim en iyi şey, yorgun, eski bir liberalizmdir.
Roman, ana karakterleri tanıtan bir konuşmayla, 1957 yılında başlar: Defterleri romanın büyük bir kısmını oluşturan başarılı bir romanın yazarı olan Anna; Anna’nın kısa bir süre önce Avrupa’daki bir yıllık seyahatinden dönen sıradan bir oyuncu olan arkadaşı Molly; Molly’nin eski kocası Richard ve yirmi yaşındaki oğulları Tommy. Richard, Tommy’nin bir “irade felcinden”[11] mustarip olmasından rahatsızdır. Tommy’nin tek yaptığı, öylece oturup kara kara düşünmektir. Richard’a göre Tommy’nin sorunu Komünist Parti’nin çöküşü ile ilgilidir.  Kruşçev’in konuşması, Macaristan’ın işgali, Süveyş krizi gibi olayların yaşandığı geçen yılın sarsıcı etkileri olmuştur. “Sosyalist olmanın kolay olmadığı bir zamandır.”[12] Richard, meseleyi deşmeye devam eder: “Peki, şimdi ne oldu dersiniz? Rusya gözden düştü, yoldaşların beş paralık değeri kalmadı. Anladığım kadarıyla birçoğu ya sinir krizi geçiriyor ya da cebini dolduruyor.”[13] Çöküş ve kapitalizm: Richard’ın bu sözleri, Kruşçev’in ifşaatlarının ardından Partiyi terk eden çoğu kişinin, kaosa sürüklenen bir dünyada kendilerine seçeneksizlikten başka bir şey sunulmayanların hissiyatının iyi bir ifadesidir. Çöküş ve kapitalizm: iklim değişikliğinin, eşitsizliğin ve artık yaşamaya gücümüzün yetmeyebileceği endişesinin uç noktasındaki kaygı, depresyon ve umutsuzluk hâlimiz.
Molly ve Anna, kendilerini partiden ve eski yoldaşlarından çoktandır uzaklaştırmaya başlamışlardır. Daha önceleri Molly, her zaman için “neşeyle ve hevesle parti yararına bir şey organize etmek için can atıyor”ken[14] şimdilerde herhangi bir siyasi çalışmaya devam etme mecburiyeti hissetmez olmuştur. Anna ise bu yükümlülüğe dair hâlâ bir şeyler hissetmesine rağmen yine de bitkin, kafası karışmış ve “büyük bir düşün”[15] kaybını anlamaya çalışmakla meşguldür. İlerleyen zamanlarda Anna, uluslararası gerilimi ve dehşeti (Kore’deki savaş, hidrojen bombasının patlaması, ABD’deki anti-komünist cadı avı, Sovyet bloğundaki tasfiyeler vb.) belgeleyen gazete kupürleri toplamaya başlar. Komünist Parti her ne kadar berbat bir durumdaysa da ABD’nin nükleer saldırganlığının önündeki tek engel gibi görünmektedir. İngiltere bir atom silahını ateşler. McCarran Yasası, komplo veya casusluk yapabilecek kişiler için ABD Başsavcısına gözaltı merkezleri oluşturma yetkisi verir. Mau Mau, Kenya’da isyan çıkarır. Komünist liderler Prag’da asılır. Sovyetler Birliği’ni ne pahasına olursa olsun savunan Parti, dünyanın hakikatini kavramak için bir alan sağlamamaktadır. Buna rağmen Parti’nin eksikliği, dünyanın kendisini yoksun, anlamsız hissetmesine neden olmakta; onun yokluğunda dünya, emperyalizmi, otoriterizmi ve sömürgeciliği maskeleyen bir liberalizm cephesine mahkûm edilmektedir. Parti, daimî bir kapitalizme mahkûm olmadığımız ile ilgili bir açık kapı bırakır, fakat kapitalizmin yalnızca olumsuzlanması olumlu bir vaat değildir.
İlerleyen bölümlerde Tommy, Parti çalışmasını bırakması üzerine Anna’ya cephe alır. Bunun üzerine Anna, orta yaşlı kadınların “gençliğinde olduğu kadar katı davranmalarının, savaş naraları atmalarının”[16] beklenemeyeceğini söyler. Ama ağzından çıkanlar kendisini de hoşnut etmemiştir: “Tıpkı yorgun, yaşlı bir liberal gibi konuşuyorum”[17] diye geçirir içinden. Anna’nın “bir zamanlar inandığı bir felsefesi olduğunu” belirten Tommy, artık bu felsefeyi “komünist efsanesi” olarak nitelendiren Anna ile alay ederek, şimdi yaşamını hangi felsefeye göre sürdürdüğünü sorar.[18] Anna, pozitif ve iyimser bir karşılık verir. İleriye doğru bir atılım yapmaya muktedir bir dünyadan, yeni nesiller için canlı tutulan düşlerden söz eder. Tommy, o nesilden olmayacağını açıkça ortaya koyar. Kendini vurur. Kitabın bu bölümü, Tommy’in sabaha çıkamadan öleceği beklentisi ile biter.
Sonraki bölüm, Anna’nın yazar grubunun 1952’deki toplantısına kadar uzanır. Grup, Stalin tarafından dil bilimi üzerine yazılmış anlaşılmaz bir broşürü tartışmaya çalışmaktadır. Anna, grup üyelerinin konuşmalarında kendisini rahatsız eden bir üslup sezer. Bu rahatsız edici üslup, üretilen bahaneler ile ilgilidir. Bu bahaneler “Evet, elbette onların hukuki gelenekleri bizimkinden çok farklı.”[19] tarzındadır. Anna, birkaç gün önce kendisini bu ses tonuyla konuşurken yakalar ve “kekelemeye başlar.” “Genelde kekelemem,”[20] diye düşünür. Anna, giderek daha tanıdık olmaya başlayan bir ruh haline de dikkat çeker: “Birden kendimi, bir cümleyi, bir deyimi, bir sözcük grubunu, sanki yabancı dildeki sözcüklermiş gibi dinlerken buluyorum. Sözcüklerin ifade etmeleri gereken anlamla, gerçekte ifade ettikleri anlam arasında aşılamaz bir uçurum var gibi geliyor bana.”[21] Nihayetinde, yoldaşlar doğru bildikleri şeyi söylemede başarısız olurlar: Stalin’in broşürü, “dil konusundaki genel rahatsızlığın”[22] bir göstergesidir. Fakat bu durum onları, artık yoldaşlar olarak birlikte konuşamayacak noktaya getirir. Yoldaşlar, söyleyebilecekleri sözlerin, söylenmesi gerekenlere kıyasla yetersiz kaldığı bir durumun içerisindedirler. Anna, kendisinin Stalin’in “deli ve katil” olduğuna inanmaya hazır olduğunu fark eder; yine de “insanların ondan alçakgönüllü, saygılı biçimde söz etmeleri hoşuma gidiyor,” diye düşünür. “Ondan böyle söz etmek bir kenara bırakılsaydı çok önemli bir şey de yok olurdu; belki mantık dışı gelecek ama kastedilen şey, demokrasinin ve saygıdeğerliğin var olabileceğine duyulan inançtır. Böyle davranılmasaydı, bir inanç düş olur giderdi -en azından bizim zamanımızda.”[23] Bu saygılı üslup, yoldaşlığa ve aynı tarafta olmaya işaret eder. Bu, bahaneler uydururken kullanılandan çok uzak bir şeydir. Stalin’den söz ederken saygılı bir tonda konuşmak, konuşan kişinin Stalinist olduğunu göstermez. Tasfiyeleri ve kampları haklı çıkarmanın bir göstergesi de değildir. Bu, daha iyi bir dünya için kolektif mücadeleye duyulan inancın bir ifadesidir. Ve asıl mesele şudur ki, Stalin’e karşı olmaktan kuşku duyan kimseler bile şu kadarının doğru olduğunu kabul etmek zorundadırlar: yirminci yüzyıl sosyalist tecrübesi demokrasinin canına okumuştur.
İlerleyen zamanlarda Anna, Parti’de sanat üzerine verdiği dersleri artık devam ettiremeyeceğini anlaması üzerine Parti’den ayrılmaya karar verir. Kendisinin bu özgün dersi, burjuva sanatının bencilliğinin bir eleştirisini içermektedir. Partiden ayrılmadan birkaç ay önce bir dersin ortasında, “kekelemeye başlamış ve sonunu getirememiştir.” Anna bu durumu şöyle ifade eder: “O günden sonra bir daha ders vermedim. Neden kekelediğimi biliyorum.”[24] Onun Parti’den ayrılmaya yönelik almış olduğu bu karar, kelimeler ve anlamlar arasındaki bağın çözülmesinin bir nedeni değil, bir sonucudur. Anna, yoldaşı ve iş arkadaşlarıyla yaptığı bir konuşmada bu kaybı deneyimler: “Sözcükler anlamlarını yitiriyor.”[25] Anna, sözcüklerin seslerini duyabiliyordur, ama “hiçbir şey ifade etmiyorlardır.” Kelimelerin yerine gördüğü şey, kelimelerin inkâr ettiği gerçekliğe ilişkin görüntüleridir: “ölüm, işkence, sorgulama sahneleri.”[26] Anlamı olmayan görüntüler, imgesel olan ile Gerçek’in bir yakınsaması; Zizek’in ifade ettiği biçimiyle, simgesel olanın düşüşü.
Bu sırada, Tommy hayattadır, fakat kör olmuştur. Halen genç olsa da komünist bir düşü diri tutmak konusunda isteksiz ve aciz bir durumdadır. Peki, bu nasıl olabilir? Bu düşün bir zamanlar sunduğu dünya algısı, daha önceleri onu destekleyen yoldaşlık pratiklerinin dağılması ile son bulmuştur. Bu arada, Tommy, Molly’nin evini kendi egemenliğine almış, “kör ancak bütün olup bitenden haberdar olan” bir genç haline gelmiştir. Molly, hem Tommy tarafından hem de hayatın “gerçekten de dayanılmaz olan şeylere alışma”[27] meselesi haline gelmesiyle ilgili yeni bir hissiyat tarafından kuşatılmıştır. Tommy, “bir tür zombi gibi” yavaş ve dikkatli olmasına rağmen mutlu görünür. Molly onu, “yaşamı boyunca ilk kez kişilik çatışması yaşamayan” biri olarak tanımlar. Ancak Molly ağzından çıkan “kişilik çatışması” sözcüklerini duyup bunu kötürümlük gerçeğiyle birleştirince dehşete düşer. Gerçek şudur ki, “Tommy bundan zevk almaktadır.”[28] Tommy artık seçim yapmak zorunda değildir, bir çıkış yolu bulmak gibi bir zorunluluğu olduğunu hissetmesine de gerek yoktur. Her neredeyse orada olabilir; analiz etmek, anlamak veya görmek zorunda kalmadan orayı tamamen kullanabilir. Öyle ki Tommy’nin körlüğü, sanki ona Molly’e bir anaçlık dayatma yetisi vermiş gibidir. Tommy, Molly’nin ızdırabı pahasına da olsa kendini tam kılabilmek için onu çocuksu bir bütünlüğe sıkıştırmaktadır. Molly ve Tommy’nin birbirine olan bağlılıklarının sürmediğini de eklemeliyim. Tommy, önce üvey annesine, sonra karısına bağlanır; kendiliğinden kalabalıkların ve gösterişli öğrencilerin tutarsız, biçimsiz bir politikasına sürüklenir.
Anna ise kendisini yıkılmış hissetmektedir. Ona göre, “sözcükler anlamlarını yitirmektedir.”[29] Giderek daha fazla “çocukların çıkardığı seslere benzeyen, deneyimden uzaklaşmış bir dizi anlamsız sese dönüşmektedirler.”[30] Bu sırada Anna, evinde yatılı kalan Amerikalı sosyalist Saul Green’e âşık olur. Saul’un kendisi de bir çöküş içerisindedir; sadece konuşmak zorunda olduğunda konuşur, bunun dışında hiçbir şey söylemez. Anna şöyle yazar: “Onu dalgınca dinliyordum, ansızın, konuşmasındaki ‘ben’ sözcüğünü saymakta olduğumu fark ettim. Ben, ben, ben, ben, ben… -bu sözcük makineli tüfekten bana doğru atılan kurşunlar gibiydi.”[31] Bu aralıksız konuşma; bu ben, ben, ben, ben, Saul’un kızgınlığının bir işareti haline gelmiştir. Bu konuşma biçimi, bazen, Anna’nın zamana ve yönelime göre tanımlayabildiği siyasi jargondan esintiler taşır: “Troçkist, Amerikalı, 1950’lerin başları. Erken Stalin karşıtı, 1954.”[32] Anna gün geçtikçe daha da keyifsizleşir, Saul’a takıntılı hale gelir ve zamanının çoğunu ya uykuda ya da hayal âleminde geçirir. Anna ve Saul, “inançsızlık ve yıkım”ın yarattığı “ironik bir özlemle”[33] birbirlerine yoldaş demeye başlarlar. Şöyle der Saul: “O yüzde yüz devrimci kişiliğimi parçalayıp çıktığımda, kişiliğimin nefret ettiğim bazı unsurlardan oluşmuş olduğunu fark ediyorum.”[34] Saul, dünyayı değiştirebileceklerine başkalarıyla birlikte inandığı bir zamanın mutluluğuna geri dönmeyi her şeyden çok ister. Saul, yine hiç durmaksızın konuşmaya başlamıştır, “ben, ben, ben, ben sözleri, belirli aralıklarla ateş eden makineli bir tüfeğin kurşunları gibidir.”[35] Anna şöyle yazar: “Hem dinliyor hem de dinlemiyor sayılırdım. Evet bu ben, ben, ben, ben, diyen bendim, herkesti. Ben. Ben. Ben böyle yapacağım. Ben.”[36] Bir yerden sonra Saul yüksek sesle ağlamaya başlar, “Tanrım, ne kaybettik, neler kaybettik, neler kaybettik, kaybettiğimiz şeyi yeniden nasıl kazanabiliriz?”[37] der. Daha sonra Anna hasta ve sarhoş bir acı yumağı içinde kıvrılırken; Saul “ben, ben, ben, ben” diye söylenmeye geri döner.
Kitap, Tommy’nin babasıyla birlikte bir iş kurmasıyla (yani çöküşten kapitalizme geçmesiyle) sona erer. Tommy, ataerkinin sunduğu sınıf ayrıcalığını benimsemiştir. “Dünyanın, ilerici iş adamları ve hükümetlere uygulanacak baskılar sayesinde değişeceği”[38] bahanesiyle bu kararını rasyonalize eder. Bu arada, Molly evlenir; Anna ise evlilik danışmanı olarak çalışmaya başlar. Sanki Lessing, “Toplum diye bir şey yoktur. Bireysel kadın, erkek ve aileler vardır.” ifadesinde billurlaşan Thatcherizm’in gelmekte olduğunun farkında gibidir. Parti ile birlikte yirminci yüzyıl komünizminin örgütleyici rolünün yitirilmesi, aynı zamanda toplumun anlaşılmasını sağlayan bir bakış açısının da yitirilmesidir. Tommy ve onun nesli, dünyayı annesinin ve Anna’nın gördüğü pencereden görememektedir. Eski yoldaşlar, siyasetin etik ve ekonomiyle olan sözleşmelerin alanı ve olasılığı olarak özel hayata yönelirler.
Lessing’in tasvir ettiği dünya sadece 1956’dan sonra değil, 1968 ve 1989’dan sonra da Sol’un dünyasıdır. Bizim dünyamız ise yorgun ve eski bir liberalizm için bile fazlasıyla tükenmiş görünüyor. Yoldaşlığın sonu, dünyanın da sonu haline geliyor: anlamsızlık, tutarsızlık, cinnet hâli, ve nihayet, ben’e olan anlamsız ve kafa karıştırıcı ısrar.
Sonuç
Lessing’in yoldaşlığın yitimi olarak tarif ettiği şeyden, yoldaşı, kolektiviteyi arzulayanların, komünizm mücadelesinden yana taraf olanların arasındaki bir siyasi ilişki biçimi olarak çekip alabiliriz. Politik aidiyetin genel, soyut bir ifadesi olarak yoldaş, bir mesafelenme [alienation] ve tamamlanmışlık vadeder. Bu vaat, ırkçı ataerkil kapitalizmin kısıtlamalarından kurtuluş ve özgürleştirici eşitlikçi bir geleceğe yönelik kolektif siyasi çalışmadan doğan yeni bir ilişkidir. Yoldaş, bireysel fikir ve tercihi aşan bir dayanışma bilincini siyasi eylemin vazgeçilmezi olarak görür. Yoldaşlık dışında bir şeyler yaptığımızda bile kaçıracağımız toplantılara gelir, kaçınacağımız siyasi işler yapar ve birbirimize karşı sorumluluklarımızı sürdürmeye çalışırız. Kararlı mücadelenin, pratik içinde öğrenmenin keyfini süreriz. Onlarla tek başımıza yüzleşmekten başka seçeneğimiz olmadığında, bizi bunaltabilecek korkuların üstesinden birlikte geliriz. Bu minvalde, yoldaşlarım beni tek başıma olabileceğimden daha iyi, daha güçlü yapar.
Fakat Sol düşünceden bazı insanlar bu tür siyasi aidiyetlere şüpheyle yaklaşıyor. Onlar, yoldaşça disiplini, kolektif kapasite inşa etmenin bir neticesi olarak görmekten ziyade yalnızca bir kısıtlama olarak görüyorlar; politik mücadele ve hareketin hakikatini, siyasetin bireysel olabileceği fantezisi ile ikame ediyorlar. Bu ikame, yoldaşlığın bir seçim olduğu gerçeğini göz ardı ediyor. Aynı zamanda, disiplinin özgürleştirici niteliğini de yadsıyor, zira yoldaşlarımız olduğunda her şeyi tek başımıza üstlenme zorunluluğumuz ortadan kalkar; belli bir çizgisi ve programı olan, bir dizi görev ve hedeflere sahip geniş bir kolektif topluluğa dönüşürüz. İnançla çalışmanın doğurduğu pratik iyimserlik sayesinde, sanki bir olgunlukmuş gibi sunulan sinizmden kurtuluruz. Disiplin, hata yapmamıza, öğrenmemize ve gelişmemize izin veren desteği sağlar. Hata yaptığımızda -ki her birimiz yapacağız-, yoldaşlarımız bizi bu hatanın farkına vardırmak, bizi yeniden ayağa kaldırmak ve bizi doğruya yöneltmek için yanımızda olacaklar. Yani, yoldaşlarımız olduğu sürece yolu tek başına yürüyecek bir yalnızlığa mahkûm değiliz.
Bir arada olmanın önemini kavrayamayan Solcular ise genellikle sıradan insanların parlak bir geleceğin öncüsü olacakları yeni yaşam biçimlerini yarattığı düşüncesinin yanılsamasına kapılırlar. Bu yanılsama, kırk yıllık neoliberalizmin yol açtığı yoksunlukları ve güçsüzlükleri idrak edemiyor. Şayet kemer sıkma, borçlanma, kurumsal altyapıların çöküşü ve sermayenin kaçışı eşitlikçi yaşam biçimlerinin kendiliğinden ortaya çıkmasını sağlıyor olsaydı, muazzam ekonomik eşitsizlikleri, ırksal şiddetin yoğunlaşmasını, yaşam beklentisindeki düşüşleri, yavaş yavaş ölümü, içilemez suyu, kirlenmiş toprağı, militarize polislik ve gözetimi ve artık giderek yaygınlaşan terk edilmiş kentleri ve kenar mahalleleri görmüyor olurduk. Kaynakların tükenmesi, insan kaynaklarının tükenmesini de içerir. İnsanlar genellikle bir şey yapmak isterler, ancak ne yapacaklarını veya nasıl yapacaklarını bilmezler. Sendikasız işyerlerinde yalnızlaşabilirler, esnek zamanlı çalıştıkları birden fazla pozisyonun aşırı yükü altında kalabilirler, arkadaşlarına ve ailelerine yeteri kadar vakit ayıramamanın sıkıntısını çekebilirler. İşte bu noktada, disiplinli örgütlenme, özgürleştirici eşitlikçi bir gelecek için ortak mücadeleye kendini adamış yoldaşların disiplini, bizlere yardımcı olabilir. Bazen birilerinin bize ne yapacağımızı söylemesini ister, buna ihtiyaç duyarız; çünkü kendimizi, bütün bunları tek başına çözüme kavuşturamayacak kadar yorgun hissederiz. Bazen bize bir görev verildiğinde, küçük çabalarımızın daha büyük bir anlam ve amaca hizmet ettiğini, hatta belki de insanların zulme karşı verdiği asırlık mücadelenin dünya çapında bir öneme sahip olduğunu hissederiz. Bazen de sadece bağlılığımızı, sevinçlerimizi ve yenilgilerden ders alma çabalarımızı paylaşan yoldaşlarımız olduğunu bilmenin kendisi bile siyasi çalışmaların daha önce olmadığı bir biçimini mümkün kılar.
Bazı sol düşünceden insanlar ise şimdiye kadar söylediğim her şeye katılıyorlar fakat bütün bunların sonuna bir “ama” ekliyorlar. Ama gün sonunda hayal kırıklığına ve ihanete uğramayacak mıyız? Her şey nihayetinde (birçok kez olduğu gibi) başarısız olmayacak mı? Peki ya yoldaşların yoldaşlık adına birbirlerine verdikleri zararlar? Peki ya cinsiyetçilik ve ırkçılığın, bağnazlığın ve önyargının kalıcılığı? Artık aynı tarafta olmadığımızda, “biz” diyemediğimizde ya da bir tarafı kabul edemediğimizde ne olacak? Gelecekteki olası başarısızlıklar nedeniyle bir fikri reddetmeye yönelik bu türden bir eleştirel eğilim sol çevrelerde yaygındır. Entelektüel bir cephe, başka hiçbir bağlamda inandırıcı olmayacak bir siyasi iradenin başarısızlığını maskeler – âşık olup, daha sonra masraflı ve nefret dolu bir boşanma ihtimalini düşünerek karşınızdaki kişiyle kahve içmek için bile buluşamazsınız. Sonla ilgili endişeler, başlama olasılıklarını kısıtlar. İlişkiler biter. Başarısızlıklar olur. Ancak başarısızlık, korkmayı gerektirecek bir şey değildir; tersine, atacağımız bir sonraki adım için yol gösterici tecrübeler toplamıdır. Yoldaşlarımızı kaybedebiliriz. Fakat bir son gerçeği, başlangıcın önüne geçmemelidir. 
 
 
*“Capitalism is the end of the world” başlığıyla Mediations Dergisi’nin “Realism Reevaluated” temalı 33. sayısında yayımlanan Jodi Dean’in bu yazısı, Dilara Öztekin tarafından Türkçeye çevrilmiştir Textum Dergi'de yayınlanmıştır.