Kentsel Ayaklanmalarda İşçi Sınıfının Rolü

*Bu yazı ilk defa 5 Ocak 2020 tarihinde yarinhaber.net sitesinde yayınlanmıştır. Kuryelerin güncel eylemlerinin işçi sınıfı hareketi içindeki önemi üzerine tekrar paylaşıyoruz.

Sosyalist hareket, kent ayaklanmalarının kendiliğindenliği ya da yarı-kendiliğindenliğine karşı geliştireceği stratejiler, taktikler ile devrimci bir sürecin yapı taşlarını örebilir. Madem ki “ayaklanmalar yüzyılındayız”, madem ki bu ayaklanmalar kent merkezli; o halde sanayi ve tarımsal üretimin yanı sıra kent yaşamının üretimi ve yeniden üretimine dair oluşturulacak bütünsel bir strateji doğrultusunda hareket edilmelidir. Bu üretim alanları üzerinde hakimiyet kuran güç, avantajlı duruma geçecektir. David Harvey “Asi Şehirler” kitabında bu durumu şöyle açıklar:

"Yeniden üretimi sırasında sermaye çeşitli şekillerde kentleşme sürecinden geçer. Sermayenin kentlileşmesi kapitalist sınıf güçlerinin kentleşmeye hakim olunan kapasitesini varsayar. Bu ise sermayedar sınıfın yalnızca devlet aygıtları (özellikle devlet gücünün mekansal yapılar içinde toplumsal ve altyapıya ilişkin koşulları yöneten cephesi) üzerinde değil, topyekün nüfus (yaşam tarzının yanı sıra emek gücü, kültürel ve siyasi değerlerin yanı sıra dünya görüşleri) üzerinde hakimiyet kurması anlamına gelir. Bu düzeyde bir denetim ise kolay kolay elde edilemez, hatta hiç mümkün olmayabilir. Şehir ve onu meydana getiren kentsel süreçler bu nedenle toplumsal ve sınıfsal mücadelenin başlıca sahasını oluşturur
” (Sf / 116). Bu minvalde, sistemin kırlarda kurduğu muazzam denetimi kentlerde kurmak neredeyse imkansız.

Mücadele basitten karmaşığa doğru bir yol izler; zincirin en zayıf halkasından başlayarak adım adım geliştirilmelidir. Sosyalist hareket, geçmişe oranla her süreçte, emperyalist-kapitalist sistemin, çok daha vahşileşmiş zor aygıtının saldırılarına maruz kalacaktı. Bundan dolayı zora karşı zorun gerekliliği ve örgütlendirilmesi ayrı bir önem taşımaktadır.

İşçi sınıfı nasıl ki fabrikalarda, tarlalarda örgütlü gücünü oluşturduğunda üretimden gelen gücünü kullanarak sistemi felç edebiliyorsa bunu şehirlerde de yapabilir. Öyleyse nasıl bir örgütlülük oluşturmalıdır ki aynı türden bir güç olabilsin ve sistemin tüm can damarlarını tıkayabilsin?

Göç ve İşsizlik

Türkiye tarihinde görülmedik bir işsizlik olgusuyla karşı karşıyayız. Son kırk yılda köylerden şehirlere doğru ekonomik ve Kürt sorunu bağlamında devasa bir iç göç gerçekleşti. 70’li yıllarda %70’lerde olan köylü nüfus oranı, günümüzde %8’in bile altına düşmüş vaziyette; taşra kentlerinden metropollere doğru da bir göç sürmekte. Buna ekonomik nedenlerin yanı sıra, Suriye gibi savaşın sürdüğü ülkelerden ve siyasi koşullardan kaçarak gelen dış göçü de eklediğimizde kentlerde, metropollerde yoğunlaşan bu muazzam nüfusun kapsamı daha iyi anlaşılacaktır. Bu maiyetteki bir göç dalgası, klasik bir sanayileşme sürecinin tezahürü olmadığına göre ve neoliberal saldırılarla, işçi sınıfının esnek ve güvencesiz hale getirilip örgütsüzleştirildiği bir ortamda, neden köklü değişimlere yol açacak bir toplumsal patlamaya yol açmıyor? Örneğin “Gezi Direnişi” yeni yüzyılın mücadele yol ve yöntemlerinin nüvelerini içerisinde taşısa da “köklü değişimlere” yol açmamıştır.

Kentlere yığılan ve işsizliği derinleştiren bir devasa nüfus yoğunluğunun, son 17 yılda inşaat ve hizmetler sektörünce soğurulmuş olması zaman zaman toplumsal tepkilerin kaynağı olsa da bir toplumsal patlamayı tetiklemekten uzaktı. Çünkü toplumsal tepkileri örgütleyecek bir siyasal öznenin yoksunluğu bunu mümkün kılmamaktadır.

Kentsel İşsizlik


1970’lerin başından itibaren içine girilen aşırı üretim kaynaklı durgunluk, sermayenin yeni değerlenme alanlarına kaymalarına sebep oldu. Rant ekonomisine yönelen iktidarla toprak sömürüsüne yoğunlaştılar. Neoliberal saldırılar tarımsal üretimi yok ederken köyden kente göç eden nüfus yoğunluk kazandı. Savaşlardan kaynaklanan göçle birlikte şehirlerde devasa bir nüfus birikti. Bu nüfusun önemli bir kısmı “kentsel işçilik” tarafından soğuruldu.

Harvey’e göre Lefebvre kentsel işçiliği şöyle tarifliyordu: “Lefebvre, alttan alta devrimci işçi sınıfının salt fabrika işçilerinden değil kentsel işçilerden müteşekkil olduğunu ima ediyordu (…) Bu çok farklı bir sınıfsal oluşumdur -parçalı ve bölünmüş, amaç ve ihtiyaçları bakımından çoklu, genelde seyyar, iyice kök salması değil de düzensiz ve akışkan-” (Sf / 34). Kapsamı giderek genişleyen kent yaşamının üretimi ve yeniden üretimi gibi önemli bir iş; giderek güvencesiz, çoğu yarı zamanlı ve örgütsüz ucuz emeğin sırtına yüklenmektedir.

Kimilerinin “prekarya” dediği, Marksist literatürde lümpen proletarya olarak ifadelendirilirken işçi sınıfının bir kesimi şöyle tanımlanabilir: Lümpen - proletarya işçinin lümpenliğine göndermede bulunurken burada, daha çok işin kendisi lümpendir ve lümpen - proletaryayı da kapsar. Lefebvre’nin “kentsel işçi” tanımı daha tanımlayıcıdır.

Neoliberal politikalar nedeniyle neredeyse tüm işçi sınıfı sendikasız, sigortasız, kuralsız ve hiçbir geleceği olmadan çalışmak zorunda bırakılıyor.

*

Ayaklanmanın merkezi kentler olduğuna göre sosyalistler; üretim, bölüşüm ve tüketim ilişkilerinden kaynaklanan tüm çelişkilerin çözümünü kapsayan bütünsel bir perspektif ile hareket etmelidir.

Emek verenlerin öncü partisi, işçi sınıfı ve bağlaşıklarının en geniş çeperiyle kentlerde kendini vücuda getirebilir, kentlerin tüm kılcal damarlarını gösterebilir. Kırsal tüm üretimi kente taşıyan ve şehir içi tüm nakliyat alanları ile toplu taşımacılık, elektrik, su, gaz dağıtım, iletişim sektörlerinde örgütlenmek düzenin sinir sistemine el koymak anlamına gelir. İşsizliğin soğurulmasında kas rolü oynayan inşaat sektöründe örgütlenmek rant ekonomisi açısından ayrı bir önem arz ediyor. Bu alanlarda örgütlenmek; hem fabrikaların, tarlaların hem de kentlerin şalterlerini elinde bulundurmak demektir.

Kapitalizmin şalterini emek verenler indirecek.

Kocaeli Cezaevi - Önder Çarkçı