Yenilmek Biraz Sarsılmak Demek Değildir
Solla ilgili sorunları konuşmak istersek eğer, ilk ele alacağımız konu, sorun bulunup bulunmadığıyla ilgili olacaktır muhtemelen. Elbette ki durumu sorunlar ve hatta kriz olarak ele almamız mümkün. En büyük ilim kendini bilmektir denir ya. Kendimizi bilmeye çalışmak, kontrol etmek, yoklamak ve ölçmek iyidir. Kendimizi tartıp ölçtüğümüzde sorunları görebilme olanağına da kavuşuruz.
Çok genel manzaraya bakacak olursak “güncel büyük sorunumuzun ana kaynağı nedir?”, diye sorabiliriz. Sorunun ana kaynağı Ekim Devrimi’nin yenilgiye uğramış olması. Bunu bir kavram haline getirmeye çalışırsak; büyük sorunun ana kaynağı, büyük yenilgidir. Hani alay edici bir söz var “sen ölmeyi bayılmak sanıyorsun galiba” şeklinde. Yenilmek, biraz sarsılmak demek olmuyor. Yenenler yenilenlerin her şeyini yağmalıyor, bayraklarını çiğniyor ve kanını döküyor. Biz yenilerek bunları eksiksiz yaşadık. Yenilmeyi “biraz sarsılmak” zannedenler çok yanılıyor. O rüyadan uyanmalıyız. İlk olarak, bir kova soğuk su bunun için lazım.
Yenilmemişken de sorunlarımız olabilirdi ama bu yenilmiş olduktan sonraki sorunlarla karşılaştırılamaz. Yenilmek, sorunlara kriz dememize yol açan asıl olgudur. Bütün sorunlara yenilmiş olmamızın prizmasından bakmalıyız. Yenilmiş olma koşullarındaki onlarca yıllık hayatın radyoaktivite etkisi, herkesin ve her şeyin iliklerine kemiklerine işleyecekti. Tam tamına öyle oldu ve olmaya devam ediyor.
Teori Olmasa da Olur Zihniyeti
Yenilmiş olmanın radyoaktivite etkisi altında sorunlarımız hem alevlendi hem de çeşitlendi. Bir söz var “Allah aklını alacağına canını alsın” diye. Tecrübeler tarihi “akıl” konusuna bu kadar önem verme bilincini veriyor topluma. İlk sorun, yeniden savaşacak olanların “akıl-fikir” bağlamına ilişkin tutumu. Aslına bakarsak en büyük yenilgiden sonra dahi kalkıp yeniden savaşacak olan çetin cevizler hep vardır. Doğadaki gibi “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlar” hep olur. Genç fidanlar doğaları gereği yeni bir orman denizini yaratmaya koyulur. Onların doğal ilerleyişleri buna yeterlidir. Sosyalizm için yeniden savaşacak genç fidanların işi ise hiç de o kadar kolay değil. Onların bedenleri, cesaretleri ve fedakârlıkları yetmez savaşmak için. Akıl ve fikir sahibi olmaları gerekir.
Bu husus sanki benim özel ilgi alanım gibi görülebilir belki. Çünkü solda bütün belirsizlikleri mevcut kişilerin psikolojik haliyle açıklamaya çalışmak gibi bir davranış kalıbı yerleşti. Örneğin “neden öyle söyledi?”sorusuna cevap olarak“çünkü egolu” demek gibi. Akıl yürütmenin ve teorinin önemi bağlamını ilk biz ele almak zorunda kalmadık. Lenin belki de en “hareketli” olan “Ne Yapmalı?” kitabında sakin sakin teorinin önemini anlatıyordu. Sorunlarımızdan biri de kendisini Marks ve Lenin’in açtığı yolun sürekliliğinde görmemek sayılabilir. Oysaki kendimizi günahları ve sevaplarıyla o yolun sürekliliği içerisinde görmemiz en doğrusu. Öyle yaparak Lenin’in de izah etmeye çalıştığı bir meseleyle karşı karşıya olduğumuzu göstermek isterim. Çok önemli bulduğum için uzun bir alıntı yapacağım:
“Raboçeye Dyelo’nun, Marks’ın “gerçek hareketin her adımı, düzinelerce programdan daha önemlidir” sözlerini adeta bir zafer havasıyla tekrarlarken nasıl bir densizlik yaptığı buradan görülebilir. Teorik karışıklığın egemen olduğu bir dönemde bu sözleri yinelemek, bir cenaze töreninde cenaze sahiplerine “gözünüz aydın” demekle aynı şeydir. İlle de birleşmeniz gerekiyorsa diye yazıyordu Marks parti liderlerine; hareketin pratik hedeflerinin gerçekleştirilmesi adına anlaşma yapın ama ilkelerle pazarlığa izin vermeyin, teorik tavizler vermeyin. Marks’ın düşüncesi buydu, ne var ki aramızda onun adına teorinin önemini küçültmeye çalışan insanlar var! Devrimci teori olmadan, devrimci hareket de olamaz. Moda haline gelmiş olan oportünizm vaazının, pratik faaliyetin en dar biçimlerine duyulan hayranlıkla birleştiği bir zamanda, bu düşünce ne kadar vurgulansa azdır.”
Kitabın pek bilinmeyen bir köşesinden alıntı değil. Lenin’in anahtar sözlerinden birinin geçtiği paragraf. Konuyu bağlayan cümle ise “devrimci teori olmadan, devrimci hareket de olamaz” cümlesi. Pabucu ne kadar dama atılmaya çalışılsa da, pırıl pırıl parlayan bir cümle. Marks’ın bir sözüne çarpıtıcı bir şekilde atıfta bulunulmasını dahi densizlik olarak görüyor. Şimdi biz uzun zamandır yenilmiş durumdayız, aklımızı toplamakta zorlanıyoruz ve yabancı birileri bize demiyor o sözü. Biz kendi kendimize “gözümüz aydın” diyoruz. Neden gözümüz aydın? Çünkü aklımızı ya da teorik gücümüzü kaybettik ve buna ihtiyacımız yok. Ağlanacak halimize gülüyoruz kesinlikle.
Önceleri teorik olarak haklıydık haksızdık diye bir gerilimin içindeydik ve doğru olan oydu. Şimdi “teori olmasa da olur” fazındayız. Ne mutlu bize ki o gerilimi attık üzerimizden. Yenilgi yılları koşullarının yarattığı ilk dev sorun bu. Bu sorun çözülemeden bir adım dahi atılamaz. Ya da az gidilir uz gidilir dere tepe düz gidilir ama bir de bakılır ki, bir arpa boyu yol bile gidilmemiş. Aklın ya da teorinin devrede olmaması ve bunun sonucundaki yönsüzlük, bizi kendi etrafımızda döner hale getirecektir.
Yenilgi yıllarında bu özelliğimizi kaybedebilirdik ve onu kaybettik ne yazık ki.
Cüsse var belki ama bilinç yok. Zaten yenildiği için kendi aklına ve akıl edişlerine kızıyor. Kendi aklına ve daha ötesi kendine kahrediyor. Artık ondan ne köy olur ne de kasaba. O nedenle kendi küçücük köşesine çekiliyor. Ne kadar küçük bir köşeye çekilirse o kadar küçük bir köşeyi övüyor. Onu estetize ediyor. Aklın, teorinin ve analizin kaybı şişede durduğu gibi durmuyor. Bütün ruha yayılıyor.
“Yüksek Siyaset Yapmayın” İkazı
Solcular arasında analiz yapmaya çalışmakla alay etmek çok yaygın bir eğilim. Analiz yapmaya çalışmak vakit kaybı. Güya herkes çok eylem insanı ve iş yapma peşinde. Tartışmak sevimsiz, yürüyelim gidelim. Peki hangi yöne? İşte onu bilemiyoruz ve bilmekle bilememek arasında iki cihan kadar fark var. Birisi kazara genel analiz yazısı yazsa “yüksek siyaset yapma” denilerek ikaz ediliyor. “Yüksek siyaset yapmak” suçlaması, solcular arasındaki en belirgin suçlama türlerinden biri haline geldi. Sorunun en net semptomu budur denilebilir.
Oysaki Komünist Manifesto’nun her satırı, tarihe ve topluma en yüksekten bakışın bir tezahürü. Rusya savaşa girmemeli derken Lenin, Rusya’nın hepsine gayet yüksekten bakmıyor mu? Yine aynı insan emperyalizmi incelerken yüksekten ve kıtalar ölçüsünden bakmıyor mu?
Hal böyleyken yüksek siyaset yasağı sadece “yüksek” bir sorunun kendisi olarak görülebilir.
İş “yüksek siyaset yapma küçük insan” mottosuna bağlanıyor. Yüksek siyaset yapmak sana mı kaldı? Ey Marksizm, nereden nereye. Eğer kriz nedir diye bakıyorsak; yenilgi sonrasında teorinin, yorumlamanın, öngörünün ve politik programın yitimi diyebiliriz.
Mücadelenin Zamanda ve Mekânda Daralması
Düşünme, yorumlama yeteneğindeki geriye çekiliş, başka geriye çekilişleri peşi sıra getiriyor. Bu, zamanda ve mekândaki geriye çekiliş olarak saptanabilir. Zamandaki geriye çekiliş “hemen şimdicilik”e sıkışıyor. “Tarihsel zamanların düzensizleşmesi içinde yeni beklentiler, daralmış bir bugün etrafında örgütlenmeye başlıyor. Hafıza kısalıyor. Geçici olana ve hemen yakında olana duyulan çılgınca ilgi her yere yayılıyor.”
Uzun vadeli bir siyasal devrim programı devrede yoksa, herkes kısa vadeli bir ön aşamanın derdine düşüyor. Üretim ve mülkiyet ilişkileriyle ilgili kökten ve uzun vadeli değişim artık itibarlı değil. Zaten kimse artık o alandaki kökten değişimin iyi sonuçlar yaratacağına dair kanaat getiremiyor. Çünkü kanaate varmak çok disiplinli düşünsel bir süreç. O düşünsel süreçleri ve Marks’ın temel saptamalarını dikkate almayanlar, boşlukta sallanıyor. Kimse benimsemiş olmadığı bir prensibin mücadelesi için ömrünü adamaz.
Üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştirmenin iyi sonuçlar vereceğine emin olmayanlar ve onu fazla uzun boylu iş olarak görenler iyileştirici ara kademelere yönelirler. Kendilerince olmayacak duaya âmin demeyip, olabilecek duaları mırıldanmaya başlarlar. Ara kademeciliği yaratan temel motivasyon budur. Uzun boylu işler bir kenara bırakılacaksa eğer, genel bir demokrasi çabası meşrudur bu anlayış için. Mücadelede ara kademe olarak sadece demokrasi bağlamı önerilmez. Cumhuriyetin kazanımlarının korunması, antiemperyalizm, yasama organının iyileştirilmesi ya da kimlik haklarının savunulması mücadelesi bir ara kademe olarak ileri sürülebilir. Hepsi haklıdır ama hepsi bir ara kademedir ve iyileştirmedir. Üretim ve mülkiyet ilişkilerinin değiştirilmesi mücadelesinin yerine konulamazlar. Solun şu andaki en büyük zorlamalarından ve sorunlarından biri budur.
Çağdaş sosyalizmin yani Marksist anlamda sosyalizmin ana hedefi üretim ve mülkiyet ilişkilerini değiştirmektir. Ne kadar büyük iş olursa olsun ve ne kadar zor bir iş olursa olsun, böyledir. Bundan geri duranlar ve araya başka bir kademeyi yerleştirenler hata etmiş sayılır. Yorumlama yeteneğini daraltanlar, mücadelenin zamansal aralığını da daraltır ve bitmez tükenmez ön aşamaya indirger. Esas büyük iş hep çıkmaz ayın son çarşambasına bırakılır. Çünkü hep zamanı gelmemiştir.
Sorun ne yazık ki zamansal daraltmayla kalmaz, mekânsal daraltmayla da kendini gösterir. Yürütülen mücadelenin alanı “muhtarlık” düzeyine kadar geri çekilir. Bunlar somut ve yerel çalışmalar olarak hudutsuz yüceltmeye tabi tutulur. Ne de olsa “yüksek siyaset” yapılmamaktadır. Yüksek siyaset olarak kınanan ülke çapındaki siyaset, zimmi olarak tamamen hâkim sınıflara teslim edilir. Solcular ülke çapında siyaset yapma hakkını ve yetkisini kendilerinde bulamazlar. Tek ülkede sosyalizm olur mu olmaz mı tartışmalarından “tek bir ilçede belediye başkanlığı bize yeter” çizgisine gelinmiş olur. Ölçü, ölçek tamamen şaşar. Motto neredeyse “küçük olan güzeldir”e kadar geriler. Rusya’da devrim olduktan sonra asıl devrimi Almanya’dan bekleyen gerçek devrimci kuşakların hayal etme dünyası unutulmuştur artık.
Gücü Siyasetle Yapmaya Başlamak
Yenildik ve daha kaç kez ıskalayacağız hayatı? Oklarımız bitene kadar. Ama zaten yeni başlıyoruz. Gezi’nin “bu daha başlangıç” sloganı gibi. İyi slogandı emektar ve daima dipdiri. Lenin için yeniden başlamak iradesini gösterebilmek çok önemlidir. Bu hatalar olabileceğini bilmektir ve yeniden başlanabilir. Nerede olursak olalım ve ne kadar olursak olalım yeniden başlanabilir. Yedi kere düşüp, sekiz kere kalkabiliriz. Aslında “hiçbir zaman sıfırdan başlamayız, her zaman ortalardan başlarız” aynı zamanda.
Başarmak için yeniden başlamak zorundayız. Eğer başaracaksak bunu “vakterişipgayrık yeter”dedikten sonra, yavaşça yerden doğrulacağız ama kendi dizlerimizin dermanıyla. Ayağa kalkacaksak ve siyaset yapacaksak bu ancak kendi gücümüzle hayata geçer.Mirasakonar gibi, hazıra konar gibi güce ulaşılmaz. Yoktan güç yaratılmaz “erke dönengeci” misali. Güç politik emek saatine eşittir. Başka bir hedefe odaklanmış gücün yanında bulunarak da güç sahibi olunmaz. O güçten bir zahmet “özel mülkiyeti ilga etmesi” de rica edilemez.
Siyaset güçle yapılır. Bu çok kolay bir cevap. Pekâlâ güç neyle yapılır? Kimse bize güç hediye etmeyeceğine göre. İşte tam burada “güç siyasetle yapılabilir” demek icap eder. Güç, elde bulunan ilk imkanların ve ilk enerjinin kullanılmasıyla yaratılmaya başlanır. Eğer doğru yolda ilerleniyorsa “evrimsel” yani bir anlamda “doğrusal” olarak gelişir. Gücün evrimsel ya da doğrusal olarak gelişmeyeceği fikri, yenilgi yıllarının haleti ruhiyesidir. Güç yeterince biriktiğinde “dağları yırtıp ayırır, kayaları kesip yol eyler âbıhayat akıtmağa”. Yani sıçramalar da yaşanır. Güç yaratmak üzere başlamak ve politik emek vermek icap eder.
Asıl “Sıkıntı” Kapitalizmde
Dünyada ve ülkede yaşanan büyük krizleri ele alarak yola çıkmamız gerekiyor. Son dönemlerin popüler sözü “sıkıntı yok”. Çok yaygın kullanılıyor ama olup biteni hiç de tasvir edemiyor. Tam tersine “sıkıntı var” ve son derece büyük. Sorun var ya da kriz diyelim.
Kriz ya da sorun kavramları çok unutuldu. Bu veçhesiyle iktisadi alan çok unutulmuş vaziyette. Oysaki, çağdaş manada sosyalizmden söz ediyorsak, Marks üretim ilişkilerini analiz eder ve üretimin nasıl yapıldığından yola çıkarak krizleri açıklamaya çalışır. Kapitalizmin gidişatı üzerine fikirler ortaya koyar. Bu açıdan iktisadi alanın bir kenara bırakılması tarzında siyaset yapmak hatalı. Üretim ilişkilerini esas almak, çağdaş sosyalizmin temel niteliği kabul edilmeli. Üretim ilişkilerinin hareketlerini incelediğiniz zaman iktisadi krizi doğru olan eğilimi görebiliriz.
Kapitalizmin yarattığı krizler, öyle hep söylendiği gibi gelip geçivermez. Bunların makro düzeyde olanları, makro sonuçlar da yaratır. Örneğin 1800’lerin sonundaki krizden bahsediyorsak, peşi sıra Birinci Dünya Savaşı gelir. 1930’lardaki krizden bahsedersek İkinci Dünya Savaşı bunu takip eder. 70’lerden itibaren gelen krizden bahsediyor olursak da, çok ciddi savaş tehlikeleri gündemde diyebiliriz. Bu açıdan krizler olup olup bitivermez. Solun bunu hafife alması yersiz. Sol genelde sözüm ona “ekonomist” olmamak üzere iktisadi alanı konuşmamayı tercih ediyor. Oysa biz ancak iktisadi alanın belirlediği bu ilişkileri esas alırsak, maddeciliğe ve çağdaş anlamda sosyalizme bağlılığımızı öne sürebiliriz.
Ayrıca artık yalnızca iktisadi bir krizle karşı karşıya da değiliz. İktisadi krizin sonucu ve devamı olarak çok kapsamlı bir ekolojik krizle de karşı karşıyayız. Hatta daha da belirgin vurgulamak gerekirse kriz olmaktan da öte, bir felaketler zinciri ile karşı karşıyayız. Bu felaketlerin hem dünya düzeyinde hem de ülke çapında tezahürleri var. Gezegenin fiziksel varlığını sürdürebilmesi büyük bir tehlikeyle karşı karşıya. İşimiz hem çok zor hem çok kapsamlı hem de çok acil. Bu manzarayı görerek hattımızı belirlemek durumundayız.
Türkiye’deki Kriz İşçi Sınıfı Hareketine Fırsatlar Yaratabilir
Türkiye’nin kendisi de elbette ki sermaye birikim mantığının dışında bir kriz yaşıyor değil. O da aynı şekilde kar oranlarının düşmesi sürüklenişiyle karşı karşıya. Bu çıkmazı aşmak ve kar oranlarını korumak üzere yayılmacı bir politikayı koyuyor önüne. Bununla birlikte Türkiye kapitalizminin başka boyutlardan da zayıflık yaşadığını izleyebiliriz. Bunun açık göstergesi çok yüksek düzeyde dış borcu bulunmasıdır. Hâlihazırdaki dış borç düzeyi ile kendi ekonomisini hale yola sokabilmesi çok zor. İşçi sınıfını doğrudan ilgilendiren iki konu olarak enflasyon ve işsizliğin geldiği nokta apaçık ortada. Bu uçuruma doğru gidişin çözümünü ortaya koyabilecek varlık ise Türkiye’deki işçi sınıfı ve onunla birlikte ittifak edecek olan demokrasi güçleridir.
Bahsettiğimiz tüm bu krizler, bize pek fırsat vermez ve “ölmeden mezara koyarlar bizi” yaklaşımı açıklayıcı değil. İşçi sınıfının bağımsız siyasetini ve hareketini ortaya çıkarmak yönünden da fırsatlar da bulunuyor. Örnek verecek olursak Ekim Devrimi, Birinci Dünya Savaşı koşullarında ortaya çıkmıştı. O savaş da başka bir iktisadi krizin askeri düzeyde devamı olarak tanımlanabilir. Çok büyük krizler çıkarırlarsa, çok büyük devrim ihtimalleri doğar. Biz tüm topluma “size vaad edilen tek şey kriz, savaş ve yıkımdır” diyebiliriz. Bu açıdan tek yönü dikkate alan bir ümitsizlik yaşamak doğru değil. İşte tüm bu nedenlerle, krizler yaratan iktisadi alana bakmak durumundayız. Marks’ın baktığı alan ve dolayısıyla çağdaş sosyalizmin bakacağı alan da budur.
Felaketlere Karşı Tek Çözüm İşçi Sınıfı
Birçok büyük sorun ya da felaket üst üste sayılabilir. Hem kırk katır hem kırk satır. Sorunlar dünya çapında ve derin. Ama bu sorunlarla boy ölçüşebilecek kadar büyük, evrensel ve yetenekli tek çözüm öznesi var: İşçi sınıfı. O herhangi bir kimlik aidiyetiyle kendisini kapatmıyor, sınırları dikkate almıyor ve kapsayıcı. Çıkış yapabilme olanağı işçi sınıfına odaklanmışbir mücadelede.
Asıl mesele bütün sömürülmüş, sızdırılmış, çalınıp çırpılmış devasa değerin nasıl yönetildiğiyle ilgili. Mesele, üretilmiş muazzam büyük artı değerin kim tarafından ve ne yönde kullanılacağı. Mesele, artık bu gidişata bağlı olarak gezegenin üzerinde yaşayan canlıların fiziksel anlamda yok olma ihtimali meselesidir. Bir benzetme olarak değil, kelimenin tam anlamıyla mesele hayat memat meselesi. Olmak ya da olmamak meselesi.
Kapitalist sistem, ekonomik olarak rekabete dayalı mantığıyla, sonu gelmeksizin yaşanan ekonomik krizlerin sebebi. Politik olarak milliyetçilikleri, faşizmi, inanç dayatmalarını ve gerici despotik rejimleri ortaya çıkarıyor. Ülkeler ve emperyalist kamplar arasındaki rekabet ekonomik ve siyasal olarak bir netice vermediğinde, bölgesel ya da dünya çapında savaşlara tanık oluyoruz. Nükleer silahların bu savaşlarda kullanılması ihtimali acı bir gerçek. Daha da acısı, kar için rekabetin yarattığı ekolojik yıkım.
Bir avuç erdemsiz kapitalistin toplumun bütün birikimi üzerindeki yönetimi, yani mevcut üretim ve mülkiyet ilişkileri insanlığı felaketler zincirine doğru sürüklüyor. Nihai olarak varacağımız sonuçlar; iklim değişikliği, ekolojik dengenin bozulması, türlerin ve ormanların yok oluşu, büyük salgın hastalıklar, dünya çapında savaş ve nükleer silahların yıkımı olacak. Gezegen üzerindeki bütün canlıların fiziksel anlamda yok olması çok yakın bir tehlike. Ölmez de sağ kalırsak, sonu gelmeyen küresel ekonomik bunalımlar yolumuzu gözlüyor.
Dünyanın fiziksel varlığını etkileyebilecek ölçüde büyük toplam değer, bir grup ufuksuz ve erdemsiz zengine bırakılamaz. Üretilen bütün değerin ve üretim araçlarının kolektif mülkiyeti, kayıtsız koşulsuz onu üretenlerin elinde olmalıdır. Kolektif mülkiyet hakkı ve dolayısıyla söz, yetki, karar ve iktidar onundur. Ancak ve ancak işçi sınıfının üretilmiş bütün maddi değer ve üretim araçlarına kolektif olarak el koymasıyla, toplumun iyiliği yönünde bir adım atılabilir. Bu sayede emekçiler aynı zamanda üretim sürecinin kolektif denetimini sağlar. Bütün bunları hayata geçirebilmek üzere tek çözüm üretenlerin yönetimidir.
Diğer Gündemlerden Ayrı Olarak İşçi Sınıfı Hareketi ve Çoğulculuk
Güncel Türkiye koşullarında siyaset yapacaksak Kürt hareketi ya da HDP’yle ilişkinin belirlenmesi hayati bir konu.
Kürt meselesini de kapsayan, genel bir demokrasi mücadelesi verildiğinde bunun bir doğal sonucu olarak, işçi hareketinin kendiliğinden gelişeceği tezi haklı çıkmadı. İşçi sınıfının hareketini, siyasetini ve örgütünü yaratmak üzere özellikle bu alana odaklanmış bir çaba gerekiyor. O nedenle işçi hareketi, demokrasiye amaç edinen mücadeleden ayrı olarak kurgulanmalı. Bununla birlikte kendi varlığını ortaya koyabilen hareket, kendisini ayrı olarak ifade edebilme olanaklarına sahip bir biçimde Kürt hareketiyle ittifak etmeli.
Mevcut düzen partileri kendi aralarında ittifak kurarken son derece esnek ve alan açıcı olabiliyorlar. Solda demokrasi cenahını benzer biçimde düzenleme imkânına sahip olan HDP ise bu konuda onlardan daha iyi sayılmaz. Hatta tutuk denebilir. Kendi bünyesinde yer alan solu yeterli ittifak olarak görüyor neredeyse. Oysaki HDP içinde yer almamış olan bir sol hareket de var. Selahattin Demirtaş’ın çağrıları biraz da bu alandaki boşluğu tamamlamak üzere atılmış adımlar niteliğinde görülebilir.
Bununla beraber HDP’nin bütün çabalarına rağmen, HDP ile ilişki kurmaktan uzak durmaya çalışan tutumlar ciddi olarak yanlıştır. HDP ve Kürt halkı bu ülkede yürütülen sınıf mücadelesinin ve tabii ki demokrasi mücadelesinin müttefikidir. Esas teşkil etmeyen gerekçelerle bu dinamikten uzak düşmek, toplam mücadeleyi olumsuz yönde etkiler.
Ülkenin üzerine kâbus gibi çökmüş baskıcı bir rejime karşı olan herkesle bir araya gelinebilir. Tüm sol yapıların bir araya gelişindeki hayati formül, çeşitlilik arzeden tüm kesimler arasındaki ilişkinin çoğulculuk ve eşitlik prensibi temelinde kurulmasıdır.
Soldan, demokrasiden yana bütün kesimler birlikte bir düzlem ve ittifak oluşturmalıdır. Ne var ki işçi sınıfı siyaseti ve hareketi yaratmak yönünde mücadele edenler de ayrı bir birlik de yaratmak zorunluluğuyla karşı karşıya. Bu birlik diğer tüm bağlamların, gündemlerin, kademelerin yanı sıra ve onlardan ayrıca yaratılmalı. Tüm bağlamlar varlıklarını haklı, meşru ve gerekli görüyor doğal olarak. Tıplı o şekilde bir işçi sınıfı davası da haklı, meşru ve gereklidir. İşçi sınıfı bunu böyle ileri sürmeli ve bu yönde bir çaba yürütmeli. Konu bu yönleriyle ayrıntılı ve sofistikedir.
Türkiye’de hem demokrasi alanı hem, de işçi sınıfı siyaseti alanı olmak üzere iki ayrı ittifak sistemine oluşturulmalı. Demokrasi alanındaki ittifakı düzenlemekte HDP kritik bir role sahip. HDP, Millet İttifakı şartlarındaki ilişkilere benzer bir şekilde demokrasi alanındaki sol kuvvetlerin konumlanışını düzenleyebilir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokra var. Bu nokta HDP’nin ittifak içinde, işçi sınıfı siyaseti yapmaya çalışanların kendisini ayrıca ifade edebilmesine alan açmasıdır. Örneğin, genel bir HDP başlığında ittifak oluşturulabileceği gibi, HDP ile ittifak etmiş olan örgütlerin adları ayrıca yer alabilir kendisine. Çoğulculuk ilkesi böylelikle daha ileri bir niteliğe kavuşmuş olur.
İşçi sınıfı davası eğer ayrı birlikteliğini oluşturamazsa, kendi programını asla ileri süremeyerek akamete uğrayacaktır. Bütün yakın dönem denemeleri bunu bize gösterdi. O nedenle işçi sınıfı çizgisi HDP ile ittifak eder bir konumda ama kendisini ayrıca ifade ederek ortaya çıkmalı. HDP’nin ittifak kurgusu hem hayatın, hem de siyasetin çeşitliliği ve çoğulluğu karşılayacak nitelikte geliştirilmeli.
Selahattin Demirtaş’ın cezaevinden yazdığı yazılarda bunu vurgulaması HDP’nin genel yaklaşımının ilerisindedir. O demokrasi yönünde mücadele eden güçlerin yanı sıra ve ayrı olarak emekçiler bağlamının kapısını açtı. HDP ya bu ileri ölçüyü önemseyecek ya da önceki yaklaşımıyla devam ederek kendini ayrıca ifade etme usulüne sıcak bakmayacak.
Olumlu örnek olarak anmak gerekirse TİP’ten yoldaşların demokrasi mücadelesiyle birlikte, sol ve emekçilerden yana bir söylemi ön plana çıkarmaları iyi bir etki yarattı. Bir politik yapının böyle bir tutumu benimsemesi HDP ile ittifaktan uzaklaştığı anlamına gelmez. Bilakis o ittifakı güçlendirir ve olabilecek diğer ittifakları teşvik eder.
*Bu yazı El Yazmaları'nın “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” dosyası için hazırlanmış, ilk defa 13 Aralık 2021 tarihinde elyazmalari.com'da yayınlanmıştır.