Oda TV’nin Medyascope’un aldığı yurtdışı kaynaklı fonlar üzerinden başlattığı tartışma farklı birçok tartışmaya da kapı araladı. Göçmen politikalarından muhalefetin parçalı haline, doğru düzgün bir gazeteciliğin nasıl yapılması gerektiğine kadar birçok konu açıldı, tartışıldı ve tartışılmaya devam ediyor. Bunlar arasında en öne çıkan konu, fonların ve bir tür muhalif gazeteciliğin içeriğine yönelik tartışmalardı.
Fon almak veya almamak tartışması şimdi tekrar gündeme gelse de başlangıcı onlarca sene öncesine dayanıyor. 90’larda Avrupa’dan alınan fonlarla kurulan haber kuruluşları, sivil toplum örgütleri gibi oluşumlar o zamanlar sol içinde de birçok tartışma yaratmıştı. Sovyetlerin yıkılışı nedeniyle başlayan tartışmalarda Avrupa’nın ve Batı’nın demokrasi getireceğine olan inancın doğru olmadığı Irak’ın ABD tarafından işgali ile kanıtlandı. Ancak o zamandan bu zamana bu yaklaşımlar farklı şekillerde devam etti.
Verilen fonların yalnızca ‘bağımsız gazeteciliği’ desteklemek için verildiği büyük bir hurafe. Bu fonlar kesin şekilde parayı veren odakların siyasi etkilerini yaymaları için veriliyor. Ancak bu hurafeye bu kadar çok inanılmasının çok eskiden beri gelen sebepleri var. Bunlardan biri Batı’nın ve dolayısıyla fonlarının zaten demokrasinin gelişmesi için verildiğine olan tükenmeyen inanç. Son 20 senede Ortadoğu’da, Doğu Avrupa’da, Güney Amerika’da, kısacası dünyanın birçok ayrı noktasında yaşananlar durumun böyle olmadığını kanıtlamış olmalıydı ancak bu inanç hala sürüyor. Halbuki yine son 20 senede bu sivil toplumcu anlayışın her zaman iktidara karşı muhalefet etmek demek olmadığının, en sonunda asıl belirleyenin fon verenin düdüğü olduğunun birçok örneği varken… İşte bu inançlarla Batı merkezli fonlar ‘caiz’ sayılıyor ve ‘muhalifliğe’ halel getirmiyor. Elbette bu fonların en sonunda yaptıkları şey sivil toplum kuruluşlarını beslemek, en fazla düzen içi alternatifleri öne çıkarmak ve düzene karşı mücadele edenlerin altını oymak oluyor.
Fon meselesinden yanılgıların bir başka büyük bölümü ise ülkedeki muhalefetin gazeteciliğe yüklediği çelişkili anlamlardan kaynaklanıyor. Gazetecilik her nedense mesleklerden bir meslek, yani bir iş, emek ve ücret süreci olarak değil de iktidarlara karşı verilen mücadelelerin temelli bir parçası sayılıyor. Muhalif gazeteciler yere göğe sığdırılamıyor, büyük kanaat önderleri olarak baş tacı ediliyor. Ancak bu gazeteciler yaşamlarını nasıl sürdürecek diye sorulduğunda ise çelişkiler ortaya çıkıyor. Gazetecilerin çoğunluğu bir patron altında ücret karşılığında çalışmak zorunda. Bu durum elbette bir satış ve patron baskısı altında bağımsız bir gazetecilik faaliyeti olamaz. Satış ve patron baskısı yerine ne konabilir? Yurtdışından alınan fonlar… Ancak burada da yine parayı veren düdüğü çalar. Yalnızca bir satış baskısı altında değil, fon verenin uygun görüp görmediği meseleler üzerinden ilerlenir. Elbette bu da bir bağımsız gazetecilik faaliyeti değildir. Son seçenek ise halkın taleplerini ve mücadelesini konu edinmek isteyenlerin yaptığıdır. Ancak bu da mücadelenin kendisinin dışında, ayrı ve bağımsız bir gazetecilik faaliyeti olamaz. En kıt kaynaklarla yapılanı da, diğer seçeneklerin içinde halkın mücadelesine en yakın olanı da budur. Zaten diğer seçenekler bu son seçenekten kaçınanların ancak muhalif bir duruşun getirdiği itibardan vazgeçemeyenlerin tercih ettiği yollardır.
Ancak güncel olarak görüldüğü üzere ilk iki seçenek kendi içinde de çelişkilerle doludur. Hem en büyük muhaliflik iddiası, hem de fonları meşru kaynaklar olarak kabul etmek büyük bir çelişkidir.
Uzun yıllardır var olan bu tartışmanın neden şimdi açıldığı ise başka bir yazının konusu.