15 Temmuz Yorumları ve Ufkumuz

15 Temmuz Yorumları ve Ufkumuz

15 Temmuz’un hemen sonrasında, 17 Ağustos 2016’da Hakan Öztürk’ün Yarın Haber için yazdığı yazıyı sizlerle paylaşıyoruz:


***

15 Temmuz’daki darbe girişimi sonrası odaklanmamız gereken konuları belirlemek öncelikli işimiz olmalı. Girişimin ve sonuçlarının önemsiz detaylarıyla uğraşmayı bir kenara bırakmalıyız. Darbe girişimi birçok aşamada yapılan farklı karşı hamlelerle durduruldu. Ne var ki Türkiye toplumunun sorunu Gülenci darbenin engellenmesiyle bitmiş olmadı. Zaman, büyük gerilimleri içinde taşıyarak işliyor.

Darbe cini şişeden çıktı

Askeri darbe girişimi, cinin şişeden çıktığını ya da o şişeye zaten hiç girmemiş olduğu gerçeğini gösterdi. Erdoğan anti-demokratik bir Ortadoğu ülkesi olmayı çok istiyordu ancak sorun şu ki öyle bir ülke olmak bir paketti. Askeri darbeler, o paketin sevimsiz ama vazgeçilmez bir parçasıydı. Erdoğan o paketi aldığında -ki her zaman aldı- askeri darbeler unsurunu da alıyordu.

Erdoğan ülke içinde, laiklik prensibini ortadan kaldıracak bütün uygulamaları devreye soktu; başkanlık sistemini dayattı, seçim sonuçlarını kabul etmedi, anayasa ve yasaları tanımayan fiili durumlar yarattı, büyük yolsuzluklarla anılır oldu, farklı etnik kökenden vatandaşlarının kentlerini yerle bir etti, her türlü protesto eylemini zorla bastıran bir zirveye ulaştı en sonunda. Ülke dışındaysa, Suriye ve Irak’taki cihatçı grupları destekledi, İslamcılığın ötesinde mezhepçi bir dış politika yürüttü; bomba attırır ve bomba yer hale geldi.

Ortadoğu ülkesi olmak böyle bir toplamdı ama bir kusurcuğu vardı. O kusurcuk da hükümetlere darbe yapılabilmesiydi. Erdoğan o toplamdaki her şeyi istiyor ama o kusurcuğu istemiyordu.

Oyun alanı ve oyuncular değişti


Tehlike atlatılamıyor. 15 amperlik sigortadan 20 amperlik akım geçerken tehlike atlatılamaz. 20 amperlik akım meselesini meydanlara toplanmış kitlelerin çözmesi mümkün değil. Çünkü sorunların çözümü alanından kitle gösterileri, siyasal partiler, parlamento, yasalar, üniversiteler, aydınlar, basın, demokratik mekanizmalar çoktandır sürülüp atılmış vaziyette.

Sorunların çözümü alanında artık askeri yapıların hareketleri, devasa polis aygıtının baskısı, paramiliter güçler, toplu ölümlere yol açan patlamalar, yargılama ve tutuklama dalgaları gibi siyaset dışı faktörler söz söyleyebilir konumda sadece.

Birkaç yüzyıllık dünya-sistemsel yönelimler, büyük sermaye sınıfının ölüm kalım tercihleri, yabancı ülkelere yönelik savaş, iç savaş, iktisadi kriz, ABD ve Batı ülkeleri bloğu, Rusya ve Doğu ülkeleri bloğu, uluslararası mahkemelerin yargılamaları gibi devasa faktörlerse son sayılanlardan daha fazla belirleyici olabilme gücüne sahip.

Oyun alanı artık okyanus ve oyuncular da balinalar. Filler ve çimen ilişkisini bir kademe geride kaldı. Erdoğan, askeri yapının fili karşısına, balina olabilme ihtimali bulunan 26 günlük demokrasi nöbetini çıkarıyor. Sorun şu: 26 günlük demokrasi nöbeti bir balina değil. Askeri yapının tepkileri karşısında demokrasi nöbeti bir balina olmaya yani iç savaş yaratmaya meylederse, ülkenin ne hale geleceğini bilemeyiz. Çünkü ortaya çıkan koşullarda tek balina olarak o bulunmayacak.

Askeri yapı böyle bir iç savaşın tarafı olmayı istemez. Daha doğrusu karşısına iç savaş yaratmak üzere çıkılmasını istemez. Benzer bir şekilde Türkiye kapitalizmi de iç savaştan yana olmaz. Onların, Ortaçağ devleti kurmak ve bir halife tayin etmek gibi bir arzusu yoktur. ABD ve Batı ülkeleri de kendi bloklarından uzaklaşmak üzere iç savaşa yönelen bir müttefik ülkeyi tercih etmezler. AKP’nin hem yöneticilerinin hem de tabanının büyük bir kısmı da iç savaştan kaçınma eğiliminde olacaklardır.

Olsa olsa Türkiye’nin en aşırı düşmanları onun bir iç savaşın içine düşmesini isteyebilir.

Bu koşullarda herkes dikkatini Erdoğan’a vermeli ve onun felakete sürükleyici politik tepkilerini kuşatmalıdır. Yargılanmamak üzere başkan konumu edinmek, ortaçağ devleti yaratmaya kalkışmak ve halife olmak üzere niyetini net bir şekilde ortaya koyan odur.

Aslında yalnızdır. Bu millet onunla değildir. Kimse o halife olup, Diyanet İşleri Başkanı’nın kıyafetlerine benzer kıyafetler giyebilsin diye ülkeyi ateşe atmaz.

Zor uygulayıcı güç arayışı

En büyük sorun, başarısız darbe girişiminin yarattığı zemin kullanılarak; demokrasinin, hukukun ve laikliğin bütünüyle ortadan kaldırıldığı bir rejimin hedeflenmesidir. Bu rejimin varacağı son şekil bir Ortaçağ devleti olacak. Öngörülenin hayata geçebilmesi için gerekli toplumsal desteğin oluştuğu düşünülüyor. Eksik görülen, edinilmiş olan toplumsal desteği tamamlayacak ve kesin sonuca götürecek, zor uygulayıcı bir kuvvettir.

Eski mafyaların itibarlı ve işlevli hale getirilmeye çalışılması, SADAT benzeri organizasyonlar ya da sivillerin ruhsatlı silah edinmesi tartışması bu arayışın farklı tezahürleri. Bütün bunları aşan yönelim ise, mevcut silahlı kuvvetlerin yeniden yapılandırılması. Yeni düzenlemelerle sağlanmak istenen, cemaate bağlı olarak davranan generaller yerine; AKP’ye bağlı olarak davranan generallerin, pilotların ve subayların görev başına getirilmesi. O nedenle askeri okullar kapatılıyor, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil Güvenlik Komutanlığı İçişleri Bakanlığı'na bağlanıyor, YAŞ’ın üye bileşeni değişiyor ve benzeri girişimler ardı ardına gündeme getiriliyor.

Toplumsal desteğin, zor uygulayıcı bir güce kavuşması hem kısa vadede hem de uzun vadede amaç olarak benimseniyor. Gazeteci Levent Gültekin’in aktardığı biçimiyle Erdoğan’ın bir bürokrata “ iç savaş çıkarsa çıksın ezer geçeriz” demesi, işin özünü apaçık ortaya koyan ana cümledir. Uzaktaki ya da yakındaki bir vakitte iç savaş öngörülüyor. Bu öngörüldüğü için günü geldiğinde kullanılabilecek zor uygulayıcı bir kuvvet arayışı söz konusu ediliyor.

Darbe girişimi gecesi 1. Ordu Komutanı Ümit Dündar, Erdoğan’la konuşurken güven sağlamak üzere “beni Bahçeli’ye sorabilirsiniz” diyor. Buradan çıkan önemli sonuç şu: Bahçeli’den sorulan general olunması mümkün, Fethullah Gülen’den sorulan general olunması da mümkün. Eksik olarak görülense Erdoğan’dan sorulması gereken generaller. Bundan böyle var güçle yaratılmaya çalışılacak olan odur.

“Neden Fethullah Gülen’in talimatlarıyla hareket eden generaller var?” deniliyor ama “artık generaller herhangi bir siyasi figürün talimatıyla hareket etmesin” denilmiyor. Yaratılmak istenen, generallerin bir siyasi figür olarak Erdoğan’dan talimat alması. Bundan mahrum kalmış olmakla Erdoğan en büyük haksızlığa uğradığını düşünüyor. Rahatlıkla iç savaş isteyen, iş savaşta kendisinden yana savaşacak güç de isteyecektir.

Allah’ın lütfu ya ters teperse ?


Darbe girişimi bastırılmasına rağmen, tam sonucun elde edilememiş olması Erdoğan için esas mesele. Erdoğan’a göre cumhuriyet rejiminin bütün bakiyesi bir sorun ama asıl aşılması gereken, Kemalist eğilime sahip askeri yapı. Ona göre bu yapı değişime uğratılmadan ve onun tarafından kullanılır hale getirilmeden gerçek bir çözüm mümkün değil. O nedenle Gülenci darbenin bastırıldığı aşamada iki seçenekle karşı karşıya kalmış olduğunu tasavvur ediyor. Ya bu fırsattan istifade edip yapıyı değişime uğratacak ve kendisi tarafından kullanılır hale getirecek ya da özü itibarıyla aynen devam etmesini kabul edecek.

Somut duruma bakacak olursak AKP çıkardığı KHK’yla askeri yapıyı çok parçalı bir hale getiriyor ve askeri okullara giriş şekillerini değiştiriyor. Birincisi kısa vadeli çözüm, ikincisi uzun vadeli çözüm olarak görülüyor. Eğer askeri yapı kendisinin değişime uğratılmasına tepki verirse parçalı olması, onun güçsüz kalmasına ve parçaların birbirini nötralize etmesi sonucuna yol açacak. Uzun vadede, eğer askeri okullara alınacak insan profili sayesinde, bir siyasetçi olarak Erdoğan’dan yana olan generallerin oluşması sağlanacak. Askeri personelin Gülenci olması engellenecek ama Erdoğancı olması için elden ne geliyorsa yapılacak.

Askeri yapı değişime uğratılmak istendiğinde halihazırdaki yapı buna itiraz etmeyi tek ve son şansı olarak görebilir. Tahmin edilmektedir ki Erdoğan askeri yapıyı doğrudan kullanabilir bir güce ulaştığında, kendisi gibi olmayanlara yaşama şansı tanımayacaktır. Bu durum toplum için geçerli olduğu gibi, askeri yapının kendisi için de geçerli. AKP dönemindeki bütün bir politik uygulamalar manzumesi tartışmaya mahal bırakmayacak düzeyde bunu işaret ediyor. Askeri yapıda Erdoğan’ın hakim olduğu şartlarda geri dönülmez bir biçimde tasfiye edileceğini düşünenler, ister istemez bunu engelleme yoluna gideceklerdir.

Eğer politik kuvvetlerin, demokratik kurumların, yargının, yasaların gidişatı düzeltme imkanı her yönüyle tıkanmaya devam edilirse; askeri yapının kendi gücünü kullanarak nihai sonucu belirlemeye kalkışması patlak verecektir. Mantıksal olarak gözüken bu.

Hız meselesi


İç savaş çıkmayacaksa Erdoğan kaybetmeye yazgılıdır. 7 Haziran’daki seçim sonuçlarında gerilemesi ve başarısız olması bunun büyük bir işareti olarak kabul edilmeli. Gerilemenin o da farkında olduğu için 7 Haziran’dan sonra derhal büyük bir kaosa ve Kürtlerle çatışmaya sürükledi ülkeyi.

Erdoğan’ın, blok değiştirmeye kalkışmadan ve iç savaş çıkartmayı denemeden kendi güçlü olduğu özelliklerine dayanarak iktidarı sürdürme gibi bir seçeneği var. Ne var ki bu seçeneğin güzergahındaki ilerleme hızı Erdoğan’a uymuyor. Görüldüğü kadarıyla Erdoğan iç savaş düzeyinde bir hıza meyilli. Bu sebeple iç savaş hızı dışındaki bütün dereceler Erdoğan’a normalleşme olarak gözüküyor. O, milliyetçilik ve inanç alanı üzerinden yarattığı büyük gerilimle oylarını yükseltip, kitle desteği kazandığı için bundan sakınmıyor. Düşük hızla giderse gideceği yere varamaz ve aracı her türlü müdahaleye açık hale gelir; çok yüksek hızla gitmeye kalkarsa da motorun yanma tehlikesi var.

Çatlak ses: Sermaye sınıfının derinden gelen sesi

Düşük hızda AKP hükümeti Erdoğan’la farkını ortaya koyma fırsatını edinebilir. OHAL’i uzatmamak, Yenikapı mutabakatına HDP’yi de dahil etmek, Topçu Kışlası’nı gündeme almamak tarzında davranabilir. Böyle bir tutum hayata geçerse Erdoğan’ın kontrol altına alınması mümkündür. Hakim kuvvetlerin AKP hükümetine öğütlediği de bu oluyor.

Darbe girişiminden hemen sonra Kısıklı'da konuşan Erdoğan: “Taksim Kışlası isteseler de istemeseler de tarihine uygun olarak yapılacak” diyerek doğrultuyu gösterdi. Bu doğrultuyu daha önceki safhada kendi yöneticilerine “cesur olun” diyerek yine göstermişti. Erdoğan’ın bu bahiste hiçbir tereddüdü yok.

Burada başka bir husus dikkati çekiyor. Erdoğan öyle düşünebilir ama onla aynı doğrultuda düşünmeyenler de var. Başbakan Binali Yıldırım konu Taksim Kışlası’na kaydıkça, Yenikapı mutabakatından söz açıyor. Diyor ki, “Birbirimizin elini artık asla bırakmayacağız. Darbeyi birlikte püskürttük, kenetlendik, Bir daha ayrılığa, tefrikaya asla geçit vermeyeceğiz.” Benzer bir tutumla eski MİT’çi Mehmet Eymür, Erdoğan’a seslenerek “bir dileğim var, başkanlık sisteminden ve Taksim'deki inşaatlardan şimdilik vazgeçmesi” diyor.

AKP yöneticilerinin OHAL’i uzatmak istememesi, Binali Yıldırım’ın fazladan okuduğu solcu şiirler, darbenin önlenmesi başarısının Cumhurbaşkanı’na değil milletin bütününe atfedilmesi, Meclis’i bombalayanlara karşı duranlar arasında HDP’yi de sayması Erdoğan’la olan açı farkının görüngüleri.

Muhtemelen Erdoğan’ın işaret ettiği yönden farklı bir yönü gösteren bu çatlak sesler her seferinde “nerede?” diye sorulan Türkiye kapitalizminin derinden gelen sesi. Sermaye sınıfının ortaçağ devleti kurulması üzere “iç savaş çıksın” niteliğinde bir motivasyonu yok. O Erdoğan’ın motivasyonu ve bu duyduklarımız da ona karşı “hiç olmuyor” denilen karşı çıkışlar.

Daha önce Ahmet Davutoğlu’nun arkasına dizilen açı farkları, şimdi Binali Yıldırım’ın arkasına diziliyor. Hatırlarsak Davutoğlu, Avrupa Birliği'nin vize muafiyeti için Türkiye'den talep ettiği Terörle Mücadele Kanunu'nun değiştirilmesi maddesini bir paketin içinde Erdoğan’a sunmuştu. O sunuş da sadece Davutoğlu’nun sunuşu değildi.

AKP’liler yeni bir darbe olması ya da iç savaş yerine, bölünmeyi tercih edebilirler. Büyük sermaye sınıfı da, askeri yapı da, ABD ve Batı bloğu da bunu ister. Geri dönülmez bir noktaya gitmeden, Erdoğan’ın konumundan uzaklaştırılması üzere AKP’nin bölünmesi yeterlidir. İki ayrı parçanın ortaya çıkması ve güvenoyu alınamaması felakete doğru gidişi dizginleyebilir. Yeni bir seçime bölünmüş olarak giren AKP daha önceki oy oranlarına ulaşamaz. Böylelikle, 7 Haziran seçim sonuçlarının emrettiği hüküm yerine gelir.

Atlantik ve Avrasya

ABD ve diğer Batı ülkeleri darbe girişimine maruz kalan Erdoğan’a sahip çıkmadığını göstermiş oldu. ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, “Türkiye’nin barış, istikrar ve devamlılık içinde kalacağını umuyorum” cümlesini kullandı ilk açıklama olarak. Buradaki “devamlılık” ifadesi, “biz yeni gelenlerle de devam edebiliriz” anlamına geliyor. Erdoğan’ın güvendiği ya da güvenmek istediği dağlara kar yağmış olduğu söylenebilir. Durum anlaşılıyor ki uzun süredir böyleydi, ortaya çıkan görüntü yalnızca kartların açık oynanmasından ibaret.

Erdoğan’ın darbe girişimiyle birlikte en büyük kaybı, ABD ve Batı ülkelerinin desteğini yitirmiş olması ya da yitirmiş olduğunun ortaya çıkmasıydı. Dost düşman herkes bunu apaçık gördü. Erdoğan, darbe girişiminde bulunmuş bir cemaatten bile daha tercih edilmez bir vaziyetteydi. Muhtemelen Batı’da herkes “kimse Erdoğan’dan daha kötü olamaz” diye düşünüyordu. Erdoğan Saray'ın bahçesine toplanan kitleye seslenirken “ya darbeci Feto ya da demokrasi ülkesi Türkiye” diye boşa nefes tüketiyor. Erdoğan’ın hallaç pamuğu gibi attığı Türkiye’yi kimsenin “demokrasi ülkesi Türkiye” olarak kabul edecek hali yok.

Sarsıntılar sonrasında gidilecek yön ne olabilir? Eğer Rusya’yla ilişkilerin geliştirilmesiyle Avrasya seçeneğine yol almak tartışması gündeme gelirse, bunun çok temel ve zor bir karar olduğunu bilmeliyiz. Elbette ki bu eğilimin taraftarı olanlar var ve eğer Erdoğan baskı yöntemlerini kullanarak başkanlığa doğru ilerlemek isterse, büsbütün yabana atılabilecek bir tercih değil.

Rusya, İran ve Çin’le somutlanan doğu bloklaşması, Suriye’deki vekalet savaşından kazanan olarak çıktı. Bu durum ABD’nin başı çektiği dünya kapitalist sistemdeki önemli aşınmaların bir göstergesi sayılmalı. Bundan hareketle AKP ve Erdoğan’ın böyle bir tarihsel gelişmeyi dikkate almaları ve uzun vadeli olarak bu hususu hesaba katan bir konum belirlemeleri olağan sayılabilir.

Bütün bunlara rağmen yakın zamanda Türkiye’nin blok değiştirmesi mümkün olamaz. ABD bu eğilimdeki her kıpırdanışa net ve sert bir tepki veriyor durumda. ABD’nin 1952’den beri NATO’da bulunan ve her yönden alt yapısını oluşturduğu, bu anlamıyla muazzam bir yatırım yaptığı ülkenin saf değiştirmesine kayıtsız kalması beklenemez. Atlantik bloğundan çıkıp Avrasya bloğuna yerleşmek çok uzun ve her boyutuyla sarsıntılı bir süreç olarak görülmelidir. Bütün bunları AKP ve Erdoğan’da öngörebilir ve o nedenle saf değiştirmek yolu kısa vadede kapalıdır. Bu koşullarda Türkiye her halükarda ABD ve Batı bloğuyla aynı kabın içinde bulunmaya devam edecektir.

Erdoğan’ın bir yenilmezlik unvanı yok

Erdoğan’ın yenilmezlik unvanıyla yürüdüğü yorumu gerçeği yansıtmıyor. O defalarca yenildi. Gülen Cemaati’ni yönetememiş olması bile büyük bir yenilgidir. Kürt hareketinin her türlü hamleye karşı direnebilmiş ve savaşabilir konumda olması da aynı sonuca işaret eder. Gezi Direnişi ise ileriye doğru sıçrayabilmenin bütün potansiyellerini içinde barındırması niteliğiyle Erdoğan için büyük bir reddedişle karşılaşmasının başlangıcıdır. 7 Haziran seçimleri, o potansiyellerden birinin açığa çıkması boyutuyla Gezi’nin devamı olarak anlaşılabilir. Erdoğan 7 Haziran seçimlerinde, en iddialı olduğu alanda yani sandıkta dramatik bir biçimde yenilmiştir.

Yanılsamayı ortadan kaldırmak üzere, AKP tarafından siyasal İslamcı efsanelere dayanılarak oluşturulan bütün dış politikanın yenilmiş olduğunu saptayabiliriz. Rusya’dan özür dilenmesi, Gazze ablukasının kabul edilmesi, Fırat’ın batısındaki kırmızı çizginin aşılması, Mısır Cumhurbaşkanı Sisi ile ilişki geliştirilmesinin kaçınılmaz hale gelmesi, Esad’a itirazın tonunun düşmesi diye sayarak uzatabileceğimiz listede yer alan kalemlerin hepsi ayrı ayrı büyük yenilgilerdir.

AKP’nin karşısında Membiç’te IŞİD’le mücadeleden başarıyla çıkmış olan bir Kürt hareketi vardır artık. Bu düzeye ulaşmış Kürt hareketi müttefikleriyle ilişkisini güçlendirecektir. Rusya-Suriye ve İran’la anlaşıp ya da anlaşmadan Kürt hareketini geriletmeye girişmek önümüzdeki zamanlarda kolay değildir. Uzun vadeli sakin bir sürece girilmesi mümkün olursa Kürtlerle barış konusu kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelir. Eğer barış sağlanabilirse HDP’nin önü, edindiği deneyimler ışığında bütünüyle açıktır.

Sonuç olarak defalarca yenilmiştir ve siyaset alanından uzaklaştırılacak şekilde son kez yenilmesi de mümkün görünmektedir.

Ortaya çıkan ideolojik imkan


Bütün bu hercümerç içinde solun siyaset üretebilmesine olanak veren büyük alanlar da ortaya çıkıyor. En başta gelen imkan solun rakibi olan siyasal İslam’ın en üst  düzeyde ipliğinin pazara çıkıyor olması. Her gün bütün kanallarda Gülen Cemaati’nin şahsında sağcılığın bir fraksiyonunun bütün sorunlu içeriği gözler önüne seriliyor. Cemaat’in anlatılan her itici özelliği çok benzer bir biçimde Erdoğan ve çevresi ilişkiler için de geçerli. Gülen de şuursuzluğa varan bir sadakat ve sorgulanmazlık istiyor, Erdoğan da. Gülen de tek adam olma istiyor, Erdoğan’da. Bu tablodan yola çıkarak Abdullah Gül “Gerek dini bir cemaat olsun, gerek ideolojik bir grup olsun, herkes aklını fikrini bir kişiye emanet ederse sonu böyle olur. Herkesin aklının, fikrinin muhakemesini ortaya koyması gerekir” diyebiliyor. Sağcılığın, siyasal İslamcılığın hücrelerine kadar yapılacak bir eleştiriyi yükseltmenin kapıları sonuna kadar açılmış olması koşullarındayız.

Bundan böyle CHP’ye ya da genel olarak sola yönelik, darbecilik-tepeden inmecilik yakıştırmasını yapmak mümkün değil. Darbeci ve tepeden inmecilerin gücü yettiğinde kimler olduğu her boyutuyla açığa çıktı. Sol bundan sonra bu yükü üzerinden tamamen atmış olarak ideolojik ve politik bir mücadele verebilecektir.

Cemaatin darbe girişimi başarılı olamadığında AKP’yi savunan sakallı militanlar, teslim olmuş olan erleri kemerleriyle kırbaçladılar. Darbe girişiminde başarılı olsalar Cemaat’in de yapacağı kendisi gibi yaşamayanların kırbaçlanmasından başka bir şey değildi. Kendinden yana olanlara vadettiği kırbaçlanan öteki insanları seyrettirmekten ibaretti. İşte tam bu nedenden dolayı darbe yaparken okuyacakları bir sayfalık bir güzel sözleri dahi yoktu. Onu bile beğenmedikleri kemalimden başka bir ifadeyle “modern olanlar”dan emanet aldılar. “Her yerde metro, her yere metro” sloganı gibi.

Türkiye’de dini referanslarda bulunan sağcılık ancak bir menfaat ilişkileri ağı olarak yaşayabiliyor. Bir ideoloji, bir ülke yönetme perspektifi olma katına yükselemiyor. Kemalizm her şeye rağmen din referanslı rakiplerinden daha üstün olduğunu hissettirmiştir. Kemalizm deniz kenarındaki değerli alanlara okul yapabilme vasfını gösterebilirken AKP zihniyeti böyle “kupon” arazilerin hepsine otel kondurabilmek için çırpınıyor.

Dönüştürücü ve mekik olma rolü

Aslında ortaya çıkan gelişmelerle ilgili olarak solcular her açıdan hazırlıksızdır. Sol neredeyse ülke çapında, bölge çapında çözümlemeler yapmayı ayıplar haldeyken, Rusya’yla yakınlaşma Atlantik ittifakından uzaklaşma; askeri yapının nasıl düzenleneceği; Erdoğan’ın kitleleri şehir meydanlarına yığma inisiyatifi gibi hususları ele alabilmesi büyük bir çabayı gerektiriyor.

Gelişmeler solun böylesine geniş ufuklu çözümlemeler yapmasının ve o ölçekte siyaset üretmesinin gerekliliğini bir kez daha ortaya çıkardı. Özel ve sınırlı bir alana dönük çalışmalar üzerinden gidelim demek bundan böyle kolay değil. Ülke her yanını yangın yerine çevirecek bir faşizm tehlikesi söz konusu olduğu için buna uygun çapta araçlarla ve örgütlerle karşılık vermek icap ediyor.

Ülke çapında meseleler üzerine hipotezler ileri süren bir siyaset yürütmek gerekiyor. Aynı zamanda bu siyaset ülke düzeyinde bir büyüklük ve bütünlük arz eden araçlarla yapılmalı. Bu önermelerden yola çıkacak olursak konu birlikler oluşturmaya bağlanacaktır. Bu tümevarımı tadı tuzu olmayan bir laf olarak yorumlamak yanlıştır. Birlikler oluşturmak çıkarsamasında bulunmak sorunu ele almanın doğal neticesidir.

Ekim devriminde sovyet tarzı örgütlenmeler, birlikler oluşturma ihtiyacını karşılayan yapılardı. Sovyet örgütlenmesinin içerisinde farklı politik eğilimlerin olması birlik yapılmasını engellemiyordu. Birlik denildiğinde ezberden “Bolşevik Parti mevcutken birliğe ne gerek var” gibi cevapları vermenin gerçekle hiçbir bağı kurulamaz. Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi dahi bir birlikti neredeyse.

Faşizme karşı CHP, HDP ve HDP dışındaki sosyalistlerin ittifak ettikleri bir beraberlik zeminine ihtiyaç var. CHP’nin böylesi zeminlerden geri durduğu gözlemlenebiliyor ama her şeye rağmen CHP’yi sürece dahil etmeye çalışan ısrarlar devam ettirilmeli.

Siyasetin ağır sıkletinde yer tutabilen soldan sadece iki aktör var. Bunlardan birisi % 25 civarında oy potansiyeline sahip CHP ve her türlü baskıya rağmen mücadele edebilme kapasitesini korumuş Kürt hareketi. Kürt hareketi aynı zamanda HDP’deki var oluşuyla 7 Haziran seçimlerinde  % 13 oy oranını yakalamış durumda. Burada üçüncü faktör olarak da sosyalistleri saymalıyız. HDP’nin % 6 bandından % 13 oy oranına ulaşılabilmesi sonucunu hazırlayan faktörün sol perspektif ve bizatihi sosyalist solun varlığı olduğunu söyleyebiliriz.

Benzer bir şekilde sosyalist sol mevcudiyetiyle ve doğal olarak taşıdığı perspektifle, CHP’nin 24 Temmuz’da gerçekleştirdiği Taksim mitinginin niteliğini dönüştürmüştür. Sosyalist sol tam olarak böylesine bir nitelik dönüştürücü işlevle donanmalıdır. CHP ve HDP’nin bir arada olması en idealidir ancak bunun gerçekleşmediği şartlarda her iki özneyle de yan yana gelerek politik-kimyasal tepkimeye girilmelidir. Sosyalist solun kimyasal bir rolü olduğu gibi her iki cenahı yakınlaştırmak üzere mekanik anlamda bir mekik olma rolü de hayata geçirilmeli. Zahmetli ve uzun erimli bir çalışmayla gerektirdiği doğrudur ancak sosyalist solun, herkesin iyiliği adına bu dönüştürücü ve mekik gibi hareket etme rolünü oynamaya mecburdur.

 Ona layık olabilmek için


Gezi Direnişi’ne de niteliğini vererek dönüştürücü etkide bulunan yine sosyalist soldur. Devrimci, modern ve ilham verici özüyle Gezi kalkışması, diğer kalkışmalara benzemez. Erdoğan bunu sindiremediği için rahat edemiyor. Rövanş almak istiyor. Onu, rövanş almak isteyip isteyeceğine pişman etmeliyiz.

Ola ki Erdoğan, Topçu Kışlası denilen yeri yeniden inşa etmek üzere harekete geçerse, tek seçenek bu dayatmaya karşı topyekun bir mücadeleyi başlatmaktır.

İstanbul bizi bekler. Kavgamızın şehrinde, büyük isyanımızın gazisi Taksim Gezisi bizi bekler o zaman.

Bekle bizi İstanbul. Bekle bizi Gezi. Sana layık olabilmek için, geleceğiz…