6 muhalefet partisi; CHP, İyi Parti, Deva Partisi, Gelecek Partisi, Saadet Partisi, Demokrat Parti geçtiğimiz hafta basın toplantısı ile “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakatı”nı imzaladı.
Metnin imzalanması, Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgalinin başladığı süreçte gerçekleşti. Başlayan savaş, halihazırda şiddetli bir ekonomik kriz döneminde olan ülkemizde yepyeni sorun başlıkları, yepyeni tartışmalar açtı. Türkiye’nin savaşta takınacağı tutum, yürüteceği ilişkiler, Boğazların kapatılıp kapatılmaması gibi jeopolitik durumlar da elbette ki konuşuldu ve tartışıldı. Ancak çoğunluğu gittikçe daha da yoksullaşan halkın en çok merak ettiği şey elbette ki tüm bu yaşananların temel ihtiyaçlara, market fiyatlarına, kiralara, faturalara, yaşamlarına nasıl etki edeceği oldu.
Kaldı ki; geçtiğimiz yıl liranın tüm dünyadaki para birimlerine karşı rekor değer kayıpları yaşadığı, zam yağmurlarının durmadığı, ekmek ve benzin kuyrukları görüntülerinin arttığı bir yıldı. Emekçi kesimler zaten mevcut gidişattan kaygılıydı, savaşın onlar üzerindeki en belirgin etkisi, mevcut bulunan bu kaygıyı artırması oldu.
Bunları açıklama nedenimiz şu; altı muhalefet partisinin “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem” mutabakatı, herhalde bu sebeplerden ötürüdür ki ciddi bir ekonomik yıkımın eşiğinde bulunan ülkemizde pek büyük bir etki uyandırmadı. Çünkü içinde bu krizden nasıl çıkılacağına dair bir çözüm önerisi bile bulunmuyordu.
Bu 6 partinin 6’sı da burjuva partileridir. En başta Türkiye’nin farklı kimlikler, görüşler altındaki büyük mülk sahiplerini temsil ederler. Dolayısıyla onlardan ülkemizdeki üretim ilişkilerini eşitçe ve hakça planlamaya, işçi ve emekçilerin söz, yetki, karar haklarını kuvvetlendirmeye, ezilen ulusların, inanç toplumlarının, kimliklerin yaşadıkları sorunların çözümüne yönelik bütünlüklü bir yaklaşım beklemek saçma olur. Ancak imzalanan metin, burjuva siyasetinin emekçi kesimlerin yaşadığı gerçeklikten nasıl ayrıştığına dair somut bir gösterge olarak ele alınabilir.
Özellikle pandemi sonrasında halkımızın üzerinden adeta silindir gibi geçen ekonomik krize dair neredeyse tek bir söz edilmemiş. Varsa bile üstü örtülü bir biçimde, “ülkede yaşanan sorunlardan biri” olarak ifade edilmiş. Tüm bunların sebebi de Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi… Altılı masada oturanlardan Ali Babacan’ın AKP hükümetlerinde görevli olduğu dönemlerde ülke topraklarının ve kamu kurumlarının ardı arkasına özelleştirilmesine dair bir atıf yok. Ahmet Davutoğlu’nun “stratejik derinliği” ve yıkıcı sonuçları üzerine tek bir söz yok. Ne borç krizi ne de savaş politikaları bir sorun kalemi olarak yer alıyor.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem mutabakat metni ayrıca, üstlendiği “kapsayıcılık” iddiasını taşıyabilecek durumda değil.
Bu ekonomik krizden en çok etkilenen kesim olan işçiler, emekçiler metnin hiçbir yerinde bulunmuyor. Sendikal hakların sürekli patronlar tarafından yok sayılması, yoksulluk dayatmaları, toplu işten çıkarmalar, farklı iş kollarındaki işçilerin ülkenin dört bir yanından yükselen sesi, işçi sağlığı ve iş güvenliğinin yetersiz olması, çalışma güvencesi koşullarının düzenlenmesi gerekliliği hiçbir şekilde ele alınmıyor. Sanki ülkede emeğiyle geçinen ve bu konumları sebebiyle sürekli olarak haksızlığa uğrayan milyonlar yokmuş gibi. Ülkede ne varsa üreten onlar değilmiş gibi. “İşçi, emekçi” kelimeleri bile yok.
Kadın hakları başlığının altında da konuya ilişkin önemli ve gerekli düzenlemelerin yapılacağı ilan ediliyor, ancak bunların nasıl düzenlemeler olabileceğine ilişkin herhangi bir somut ayrıntı bulamıyoruz. Kadına yönelik şiddete dair uluslararası sözleşmelerin etkin uygulanacağı ifade ediliyor ancak bunların hangi uluslararası sözleşmeler olduğu da söylenmiyor. İstanbul Sözleşmesi’nin adı zikredilmiyor. Halbuki mutabakat metninde “tüm kötülüklerin anası” ilan edilen tek adam rejimi, bir gecede İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmişti. Neredeyse 2 yıldır, ülkedeki tüm kadın hakları meselesi o ya da bu şekilde İstanbul Sözleşmesi konusuna geliyor. Kadınlar seslerini duyurabildikleri her alanda Sözleşme’nin önemine ve vazgeçilmezliğine vurgu yapıyor. Ancak bu altı parti, önerdikleri yeni sistemin içerisinde bu gerçeği görmezden geliyor.
Ayrıca metinde “çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü” bir demokrasiye atıfta bulunuluyor. Ancak ne bu metnin hazırlık evresinde ne de imzalanma evresinde, Türkiye toplumunun ciddi bir kesimini temsil eden HDP’nin katılımı bulunmuyor. HDP’nin katılımının bulunmadığı gibi bir kere bile Kürtlerden, Alevilerden, ezilen halklardan ve inanç toplumlarından da bahsedilmiyor. Bu kesimlerin “çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü” bir demokratik sistem içerisindeki yeri hiçbir biçimde belli değil. Kürt halkının seçtiği belediyelere getirilen kayyumlar hakkında ne yapılacağı da belirsiz.
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem metni bunlar ve bunlara benzer pek çok eksiklerinin dışında her yönüyle zamansız ve bağlamsız bir program gibi görülebilir. Ülkemizde hızla çözülmesi gereken sorunlarla ve bu sorunlardan muzdarip olanlarla olan bağlantısı seçilemiyor. Dünyada savaşlara doğru sürüklenebilecek bir konjonktürün içinde, ekonomik bir yıkımın eşiğinde ilerleyen ülkemize sunulacak çözüm önerileri bunlar olmamalıydı. Ancak burjuva siyasetinin ufku da, niyeti de ancak bu kadar.
Çünkü burjuva partileri, AKP’nin baskıcı rejiminden ne denli zorluklar yaşarlarsa yaşasınlar mevcut düzenin köklü değişimlere uğramasını istemezler. Onların krizlere gebe mevcut ekonomik işleyişe bir itirazları yoktur; onların itirazları kendilerine düşen payın eksik olmasından dolayıdır. Yoksulluk, işsizlik yaratan düzenden onların çıkarı vardır ve aslında en istemedikleri şey de bu çıkar düzeninin ortadan kalkmasıdır. Ülkedeki her sorunun sebebi olarak “Tek adam yönetimini” işaret etmelerinin sebebi bundandır. Bu şekilde, mevcut yönetim biçiminden farklı akıllıca düzenlenmiş yeni bir yönetim biçimi ile bu sorunlardan kazasız belasız biçimde kurtulabilmeyi umuyorlar.
Bunu da halka “siz sakın düşünmeyin, siz sakın eylemeyin; biz sizin yerinize düşünür, sizin yerinize eyleriz” diyerek yapıyorlar. İçinde işçilerin, ezilenlerin olmadığı bir metni imzalayıp uyguladıklarında yaşadığımız tüm sorunların çözüleceğine inanmamızı bekliyorlar.
Ancak biz; tek adam rejiminin ve devlet aygıtındaki tüm bu çürümenin nedeninin sömürü, yoksulluk, kriz yaratan kapitalist üretim ilişkileri olduğunu biliyoruz. Ülkedeki tüm değeri üreten emekçilerin yaşanan krizden en çok etkilenenler olduklarını biliyoruz. Mecliste toplumun çoğunluğunu oluşturulan işçi-emekçi karşıtı yasaların rahatlıkla geçirildiğini biliyoruz. Kürt siyasetinin sürekli olarak hedef gösterildiğini biliyoruz, Alevi toplumunun eşit yurttaşlık haklarının pazarlık konusu haline getirildiğini biliyoruz. Kadınların, LGBTİQ+’ların eşit ve özgür yaşama haklarının yok sayıldığını biliyoruz. Bu gerçeklere (ve aslında çok daha fazlasına) açık açık işaret etmeyen her program eksiktir.
Eksik olmayan bir programı ise ülkedeki tüm değeri üreten, tüm kriz yükünü taşıyan ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçiler yazabilecek ve de uygulayabilecektir. İşte gerçek anlamda “çoğulcu, katılımcı ve özgürlükçü” bir demokrasiyi inşa etmek ancak o zaman mümkün olabilecektir.