Hangi Sınıfın Ekonomi Modeli?

Ekonomik gidişat üzerine son dönemde ortaya atılan “Çin modeli”, bir dizi tartışmaya yol açtı. Döviz kurlarının fırlaması ve faiz indirimlerinin ardarda gelmesiyle beraber “düşük faiz, yüksek kur” politikasına geçildiği, buna bağlı olarak yatırımların artacağı ve devamında üretimin, ihracatın ve istihdamın da artacağı iddia ediliyor. Hatta son olarak yeni Maliye Bakanı “Çin değil Türk modeli” diye yeni bir tanımlama da yaptı.

Yapılanın Çin modeli olmadığı söylemine katılmamak elde değil. Çünkü Çin’de yıllardan beri uygulanan ekonomik politikaların şu anda Türkiye’de olanlarla pek ilgisi yok. Döviz kurlarıyla beraber enflasyonun da ani çıkışlarla ilerlediği Türkiye’de, kelimenin tam anlamıyla iğneden ipliğe zam gelmeyen tek bir gün yok. Çin’de ise enflasyonun %10’larda görece istikrarlı bir seyir izlediği biliniyor. Çin’de yüksek döviz kuru politikası uygulandığı söyleniyor. Ama dolar yıllardır 6 Yuan seviyesinde ve çok az iniş çıkışlar yaşanıyor. Çin’in sanayisi ise üretimin %40’ına tekabül ediyor. Özellikle yüksek teknoloji üretimi konusunda dünya çapında rekabet ilişkilerinin göbeğinde bulunuyor. İhracatı yüksek olan ve devamlı cari fazla veren bir ülke konumunda. Saydığımız verilerin herhangi birinin şu an Türkiye’de yapılabileceğini ortaya koyan hiçbir somut veri yok. Türkiye’nin neden Çin olamayacağını daha önce dayanaklarıyla ifade ettiğimiz yazımızı da yeri gelmişken hatırlatmak isteriz: https://yoldas.biz/analiz/1062/6-ayda-cin-olmak-mi-patronlari-6-ay-daha-korumak-mi

Buradaki tartışmalardan biri; gerçekten yeni bir model mi denendiği. Yoksa ekonomideki kötü gidişatı toparlamak için bir oyalama planı mı ortaya atılıyor? Ya da bunların hiçbiri değil, siyasi iktidar ekonomiden mi anlamıyor? Bunları sırayla ele alalım.

Öncelikle yeni bir model uygulandığı konusuna bakalım. Ortaya “model” diye atılan şeyin ne olduğunu siyasi iktidarın temsilcileri kendileri de açıklamıyorlar. Kur yükselip faizler düşünce daha çok yatırım yapılacak, bu da üretimi ve istihdamı artıracak deniyor. Oysa Türkiye’de faizlerin düşürülmesinde başka bir amaç var. AKP, kendi sermayedarını kestirme yoldan yaratma hedefiyle ucuza krediler akıtarak bir kesimi zengin etti. Böylece yandaş sanayiciler, inşaatçılar, beşli çete ve daha nicesi ortaya çıktı. Ancak bu kesim, sanayi anlamında herhangi bir yatırımda bulunmuyor. Bu durum bildiğimiz klasik anlamda bir kapitalizm bile değil. Rekabet edebilecek ve bunu sürdürebilecek güçlü bir sanayi yaratmanın yanından bile geçilmiyor. Üretim için olmazsa olmaz olan hammade ve ara maddeler bile ithal ediliyorken, kur yüksekliğinden üretimin olumlu değil aksine olumsuz etkileneceğini görebiliyoruz. Çelişkilere başka bir örnek daha vermek gerekirse: Bir yandan üretimin artırılmasından bahsederken diğer yandan sanayicilerin en önemli yöntemlerinden olan stokçuluk yasaklanmaya çalışıyor. Yani faizler düşünce yatırımlar yapılacak ve üretim artacak tezinin gerçekliği olmadığını tüm bunlardan görebiliyoruz.

Bir başka tez de siyasi iktidarın ekonomiden anlamadığı söylemi. Oysa bunun tam aksine bilinçli bir tercih yapıyor iktidar. Faizleri ekonomiden anlamadığı ya da sonucunda kurun yükseleceğini öngöremediği için değil, bilinçli bir tercih olarak düşürüyor. Kendi havuz medyasını bile satın aldırdığı bu yandaş patronları daha da zengin etme yolunda böylece ilerliyor.

Gelelim oyalama yöntemi olarak bu yeni model ya da Çin modeli söyleminin ortaya atıldığı önermesine. Bunda haklılık payı olduğunu şu örneklerden görebiliyoruz: Maliye Bakanı’nın çeşitli patron kesimleriyle yaptığı toplantıda, patronlar döviz kurlarının artışından endişe ettiklerini söylüyor. Bakan da “3 ay sabredin, düze çıkacağız” minvalinde konuşuyor. Öte yandan Cumhurbaşkanı “Zor bir yol seçtik ama 6 ay sonra meyvelerini göreceğiz” diyor. Az önce iktidarın her ne kadar gerçek bir kapitalizmdeki gibi olmasa da bilinçsizce ilerlemediğini, tercihler yaptığını belirtmiştik. Bu durumda elbette onlar da 3 ayda ya da 6 ayda işlerin çözülemeceğinin farkında olmalılar. Bu durumda geriye son seçenek kalıyor: Kötü gidişatı gittiği yere kadar “idare etme” kısacası bir oyalama taktiği izliyor oldukları.

Tüm bu tartışmaların yanında konuşmak gereken bir mesele daha var. Çin’in bu kadar çok üretim yapabilmesinin en önemli sebebini işçilerin çok ucuza ve ölümüne çalıştırılması olarak ortaya koyabiliriz. Belki de Türkiye’yi Çin’e benzetebileceğimiz kısım bu nokta olabilir. Yıllar öncesinde ucuz işgücü cehennemi olarak bilinen Çin’de iş güvencesinin, sendika ve sosyal hakların olmadığı koşulların Türkiye’nin bu dönemine tamamen aynı olmasa da benzediğini söyleyebiliriz. Her ne kadar şu an koşullar Çin’de biraz daha düzelse de düzelmeyen durumlar da var. Ekonomik büyümeye rağmen işçi sınıfının alım gücünün hala düşük olması bunlardan biri. Çin’de şu an asgari ücretli çalışanlar %30’larda. Türkiye’de de çalışanların %50’ye yakını asgari ücretle çalışıyor. Bu bakımdan benzerlikler gösterse de Çin’de asgari ücretin alım gücü anlamında bizden daha iyi durumda olduğunu da söylememiz gerekir. Grev veya eylemlerin yasak olması da Türkiye’deki duruma benzer uygulamalardan. Bunlara rağmen Çin’de son 10 yılda bu durumun değişmekte olduğu, sendikalaşan işçi sınıfının ücretlerinde ve çalışma koşullarında iyileşmelerin olduğu da biliniyor. Bunlar değerlendirildiğinde her ne kadar Türkiye’de Çin modeli uygulanamaz demiş olsak da, işçi sınıfı bakımından benzeyen yönleri anlamamız gerektiğini bilelim.

Yeni ekonomik model tartışmalarında işçi sınıfının koşullarını atlayarak yapılan değerlendirmeler de olduğunu görüyoruz. Liberal kesimler, iktisatçılar açısından bu yaklaşımı anlamak mümkün. Ancak sosyalistler açısından işçi sınıfına bu tarz bir kontrolsüz ekonomik modelin neler getirebileceğini tartışma zorunluluğu vardır. Kaba bir yoksulluk anlatımıyla sınırlı kalmak bizi ilerletmeyecektir. Hele de asgari ücretin belirlendiği bugünlerde bu tartışmalar kaçınılmazdır. Sınıf siyasetini yürütenlerin, başımıza neler gelebileceğini tartışmanın ötesine geçerek işçi sınıfının ekonomik modelini ortaya koyması da büyük önem taşıyor.