6 Ayda Çin Olmak mı, Patronları 6 Ay Daha Korumak mı?

Siyasi iktidar kararlaştırdığı ekonomi politikalarını savunurken birçok yalana ve manipülasyona başvurmak zorunda kalıyor. Ekonomik gidişat kötüleştikçe bu tür söylemlerin dozu da artıyor. Erdoğan’ın AKP MYK toplantısından basına yansıyan sözlerine göre ekonomi politikası “6 aya meyvelerini yiyeceğiz, zor olanı seçtik ama Çin böyle büyümüş. Biz pazara daha yakınız” şeklinde anlatılıyor. Bu söylem pandemi sürecinin sonunda duymaya başladığımız krizi fırsata çevirme ve dünyanın üretim üslerinden biri olan Çin’in yerini alma hedeflerinin devamı.

Elbette bir ülke ekonomisinin daha iyi bir noktaya gelmesi her alanda üretimin önemsenmesine, yurttaşların ihtiyaçlarının ülkenin kendi kaynaklarıyla karşılanabilmesine ve böylece refahın arttırılabilmesine bağlıdır. Ancak bu hedefe nasıl ulaşılabileceği, yalnızca düzen içi ekonomi tartışmaları hesaba katıldığında bile tüm dünyanın önündeki bir sorun. Ülkeden ülkeye, ekonomiden ekonomiye değişen cevapları var. Ki bizler sosyalistler olarak düzen içi çözümlere karşı bir tümden bir tartışma içindeyiz. Yani sorunun kolay bir cevabı yok.

Çin, Güney Kore, Japonya gibi ülkeler çokça gelişmiş Batılı ülkelerdeki ekonomi modellerinin dışında örnekler olarak koyuluyor. Bu yeni bir durum değil. Bu ülkeler yola geç çıkılmasına, tarihsel koşulların zorluğuna rağmen ekonomik gelişmelerinde belli bir seviyeyi yakalayabilmiş durumda. Özellikle Çin ekonomik gücüyle ABD ile hegemonya mücadelesinde. Bu durum reddedilemez. Ancak bu ülkelerin geldiği seviyeler ve ekonomi politikaları yalnızca düşük faiz oranı gibi basit bir kaleme de elbette indirilemez.

Çin’in koca bir tarihi var. Birinci Dünya Savaşı’ndan devrime, Çin Komünist Partisi’nin iktidara gelişinden ABD ile hegemonya savaşına kadar sayısız olay, sayısız karar, sayısız değişim var. Ayrıca Çin’in koca bir coğrafyası, doğal kaynakları, nüfusu; yani sayısız nesnel koşulu var. Güney Kore ve Japonya da Çin’den ayrı bir yoldan yürüyüp ekonomilerini belli bir seviyeye getirebilmiş ülkeler. Ancak hepsinin nesnel koşulları, tarihleri, içinden geçtikleri süreçleri farklı.

Ancak her şeyi olduğu gibi ekonomik düzeni de hafife alan AKP’ye göre bunların hepsi gereksiz. Asıl önemli olan kendilerine yakın sermaye kesimlerine verdikleri desteğe bulacakları kılıf. Düşük faize bulunan kılıf da rekabetçi kur ve ihracata dayalı büyüme kavramları olmuş durumda. Varsayalım bu politikalar kendilerine yakın sermaye kesimlerini ayakta tutmakla ilgili değil, gerçekten ülkedeki üretimi desteklemek ve ekonomik durumu iyileştirmekle ilgili. Onlarca yıldır uygulandığı iddia edilen ekonomi politikalarının sonuçları 6 ayda nasıl değişecek? Ne zaman kullanıma gireceği belli olmayan doğalgaz rezervleri ithalata bağlı enerji açığını nasıl çözecek? Yine ithalata dayalı hammadde sorunu nasıl çözülecek? Başka hangi doğal kaynak bulunup çıkarılmaya başlanacak? 6 ayda hangi fabrika kurulacak, hangi tarım ürünü yetiştirilecek de hasadı yapılacak? Bu soruların cevabı yok. Çünkü düşük faizle desteklenecek, artacak, ekonomik gidişatı değiştirecek bir üretim planı aslında yok. Tek plan kronikleşen, derinleşen ekonomik sorunların birazcık daha ertelenmesi, iktidara yakın sermayenin birazcık daha yüzdürülmesi.

Tüm bunların üstünde, Çin’e benzer şekilde emekçilerin ancak kırıntıları aldığı bir ekonomiyi halk niye kabul etsin?

Peki ülke ekonomisi hiç düzeltilemez mi? Tarihsel durum ve nesnel koşullar asla buna izin vermez mi? Bu sorulara verilecek cevap, evet düzeltilebilir. Ancak bunun için serbest piyasa egemenliğinin yıkılması, üretimin planlanması, doğal kaynakların halkın ihtiyaçları için kullanılmaya başlanması gerekir. Ekonominin tüm itici gücünün sermayenin kar arayışı olmaktan çıkması gerekir. Yani kapitalist düzenle kökten bir mücadele gerekir. Düzen içi hiçbir parti, önerilen hiçbir ekonomi politikası bunu göze alamaz.