Gencinden yaşlısına, yoksulundan zenginine aklı olan herkes bir şeyin farkında: Ülkemiz gittikçe hem siyasal hem ekonomik olarak büyük bir krizin içinde. Bunu felaket tellallığı olsun diye söyleyebilmek isterdik, fakat ne yazık ki artık gerçek bu. “Trend” bu.
Bu yıkıma ilerleyiş nasıl oluyor? Günümüz Türkiye’sinde kötü örnekler hiçbir zaman çok da uzak geçmişten değil. En sıcak olarak faiz indirme kararına bakalım. Erdoğan şahsında Saray rejimi akılalmaz bir karar alıyor. Bunu önce tüm parti yöneticilerine alkışlattırıyor. Ertesi gün alınan kararı devletin resmi kurumlarından biri olan Merkez Bankası uyguluyor. Daha sonra da ülkenin para birimi serbest düşüşe geçiyor. İlk gün böyle.
Daha sonraki günlerde ise, tıpkı bugün olduğu gibi, rejimin tüm kadroları, tüm yandaşları bu karara ve ardından getirdiği felaketlere çeşitli bahaneler yaratıyor. Alınan kararların doğru olduğunu, ülkede hiçbir sorunun olmadığını, olsa da bunun azılı dış güçlerden kaynaklandığını anlatan zırvalıklar açıklıyorlar. Nasıl yorumlamak istersiniz? Hiç fark etmez çünkü atış serbest. Kulvar boş, alan açık. Hadi hatalarını kabul etmeyi geçtik artık ikna edici, makul açıklamalar yapmaya çalışmıyorlar bile. Toplumun iradesini politik olarak hiçleştirdikleri için muhtemelen “ne söylesek zaten inanırlar” diye düşünüyorlar.
Bugün de gördüğümüz benzer bir tabloydu. AKP sözcüleri yine ne muhteşem yollar yaptıklarını, ne uzun köprüler inşa ettiklerini, ne büyük havalimanları olduğunu anlattılar. Faiz ve ekonominin sebeplerini yine dış güçlere bağladılar. Faiz indiriminden en çok yararlanan kesimlerden biri olan ihracatçıların temsilcisi “faiz kararının ardından liranın değer kaybını anlamakta zorlandıklarını” söyledi. Yandaş bir gazeteci de çıkıp pişkin pişkin “her şey pahalılaşacak, vatandaş dişini sıkacak” da diyebildi. Bir AKP’li milletvekili de çıkıp faiz ve ekonomiye dair sorunların sebebinin “Finansal darbeciler” olduğunu iddia etti.
Bu şürekaların ayrı ayrı ismini vermeye gerek yok, çünkü birbirlerinden çok da farklı değiller. Her gün yokluğa, yoksulluğa ve giderek artan umutsuzluğa uyanan bir topluma diyorlar ki “gördüğünüz hiçbir şey gerçek değil.” Eğer birazı bile gerçekse de “dişinizi sıkın” türküsünü söylemeye başlıyorlar. Keşke bir olsa, iki olsa. Yıllardır yaptıkları bu, söyledikleri bu. Ne zaman pislikleri ortaya çıksa bu saçmalıkları anlatıp emekçi halk ile açık açık alay ediyorlar.
Saray rejimi ve yandaşları, kendilerine yöneltilen tüm eleştirileri “algı operasyonu” olarak görüyor, ülkedeki her şeyin kontrolünü kendi üzerlerine almış olmalarına rağmen hiçbir konuda sorumluluk kabul etmiyorlar. Onlardan iyisi, onlardan kudretlisi olmadığı gibi onlardan mazlumu, onlardan mağduru da yok. Belki yakın zamana kadar bu şekilde toplumun çoğunluğunu ikna ettiler. Belki bir zamanlar kendilerince bir nesnellikleri vardı. Fakat artık meşruluk ölçüleri ancak kendi fantezileri kadar.
Söyledikleri yalanların sarhoşu olsalar, tüm gerçekleri reddetseler de ülkedeki tüm derinlikli problemlerin gerçek nedenleri oldukları yerde duruyor. Koca Titanik gemisini batıran o meşhur buzdağının görünmeyen parçası gibi o muhteşem çarpışma anını bekliyorlar. Enflasyon da, işsizlik de, ezilen halklar da, kadın cinayetleri de somut sebepleriyle birlikte orada. Bunlar, sebepleri ve sonuçlarıyla algıyla gerçeği bir araya getiriyor. Çırpınışları boşuna. Neyin ne olduğunu tüm yurttaşlar görüyor, kararlarını da buna göre veriyor, konumlarını buna göre belirliyorlar. Somut koşulların somut sonuçlarından kimse kaçamıyor, kaçamayacak da.