Faiz kararları ülkenin yeni serüvenli dizisi, yeni Survivor’ı, eski kuşaklar için belki de yeni “Dallas”ı olmuş durumda. Herkes Merkez Bankası’nın para politikalarını ve dolayısıyla ülkedeki tüm ekonomik yaşamı etkileyecek faiz kararını bekliyordu. Sonuç? Erdoğan’ın söylemleri nezdinde koca bir AKP dönemi ekonomi politikalarının devamı. Yani faiz oranlarının düşürülmesi.
Cumhurbaşkanının etrafında semirmiş inşaatçı/ithalatçı sermaye kesimlerinin yatırım yapabilmesi için ekmek gibi, su gibi düşük faizlere ihtiyacı var. Erdoğan ve yandaşlarının da her hafta önünde kurdele kesecek bir tesise, bir millet bahçesine, bir projeye ihtiyaçları var. Basit bir al-ver ilişkisi bu ve sürekli olarak güncellenmek zorunda.
Meseleyi bir tür ideolojik yaklaşıma veya kişilerin ahlaki takıntılarına bağlamak gülünç olur. Lakin konunun sosyalistler olarak bizim gözardı edemeyeceğimiz bir tarafı da var. Ülkenin gittikçe kötüye giden ekonomisinin sadece “başarısız bir ekonomi yönetimi” sebebiyle gerçekleştiğine, ekonomi yönetiminin bağımsız ve daha liyakatli kadrolara devredilmesinin bu sorunları çözeceğine dair kanı, düzen muhalefetinin söylemlerinin de etkisiyle yaygınlık kazanıyor.
Zannediliyor ki faizler düşürülmese, faizler yüksek tutulsa geçim sorunları bu denli yakıcı olmayacak. Deniliyor ki Merkez Bankası bağımsız olsa, ülkenin ekonomisi böyle kötüye gidemeyecek. Böylelikle siyasal olarak da meselenin bağlandığı yer, “şu Erdoğan ve AKP gitse her şey güzel olacak” basitliğinde kalıyor. Bu bakış açısı yalnızca, ülkemizdeki değer üretiminin insan emeğine ve o emeğin sömürüsüne dayalı olan gerçekliğininin üzerini örtmeye yarıyor.
Erdoğan’ın ekonomi politikalarına müdahale etmesi istenmiyor, tartışılıyor, eleştiriliyor. Merkez Bankasının bağımsız olması gerektiği vurgulanıyor. Fakat ülkedeki tüm ekonomik yaşamın belirleyiciliğini elinde tutan Merkez Bankası “bağımsız” olduğunda neye göre hareket edecek ki? Ezilen, işsizlikle boğuşan, yoksulluk çeken, intihara sürüklenen emekçi halkın, ekinlerini çöpe döken köylünün, ekmeğini çöpten çıkarmak zorunda bırakılanların çıkarlarına göre mi?
Merkez Bankası, küresel serbest piyasanın gereklilikleri ölçüsünde ülke ekonomisine şekil verebildiği kadar bağımsız olabilir ancak. Onun bağımsızlığı, ülkedeki sermayenin büyük çoğunluğunu elinde tutan kapitalistlerin, emekçileri iliklerine kadar sömürmenin bağımsızlığını temsil edebilir. Düzen siyasetinde adı bile anılmayan emekçilerin çıkarlarının, onların alın teriyle ürettikleri değerin, yaşamın kendisine yaptıkları katkının esamesi okunmaz Merkez Bankasının “para politikaları”nda.
Saray rejiminin ekonomiye yaptığı müdahaleler bize, emekçi halkın denetiminde olmayan bir ekonomi yönetiminin nasıl da pamuk ipliğine bağlı olduğunu göstermelidir. Daha iyi ve daha “yönetilebilir” bir ekonominin olabileceğine dair bir umudu değil. Üretenlerin yönetmediği bir ekonominin tıpkı Marx’ın, Lenin’in, Mahirlerin söylediği gibi krizlere ve yıkımlara gebe olduğunu göstermelidir.
Kaldı ki ilk kez ekonomik kriz yaşamıyoruz. 2008 o kadar uzak bir tarih değil. 2001 de öyle. Unutmadık değil mi? “Liyakatli” kadroların elinde ekonominin nasıl felakete sürüklendiğini, emekçilerin ücretlerinin nasıl eridiğini daha önce de bütün çıplaklığıyla görmedik mi?
Kapitalist üretim ilişkileri defalarca büyük yıkımlarla sonuçlanan krizler yarattı. Düzen, pek çok kez milyonların emeği, hayatı pahasına bu krizlerden sağ çıkmayı başardı. Birçok iktidar, birçok sermayedar bu krizlerde yitti gitti. Fakat ardılları da bu krizlerde yitip gidenlerin üzerinde yükseldi. Aynı krizler ve sonuçlar hala sürmüyor mu?
Bizim karşı çıktığımız şey ise tam da budur işte; sermaye sınıfının sürekliliğidir. Ekonomi yönetiminin niteliği değil, daima krizler yaratan kapitalist üretim ilişkilerinin ta kendisidir. Milyonlarca, hatta belki milyarlarca emekçi için kriz ve yıkım yaratan kapitalizme son verecek olan da “nitelikli ekonomistler” değil devrimci politik program ile örgütlenmiş işçi sınıfından başka bir şey değildir. Acil ve tek çözüm budur. Biz bunun yolunda ilerlemeliyiz.